Konu: Almanya Tarafında Savaşa Giriş Paz Ocak 11, 2009 6:19 pm
Almanya Tarafında Savaşa Giriş
Ülkemizin bu savaşa çekilme sebeblerinden diğeri de petrol istimali meselesidir. Şark Meselesinin önemli unsurlarından birini enerji meselesi teşkil etmektedir. Bu enerjinin en mühimini petrol teşkil etmektedir. Bunlarda Osmanlı hakimiyetinin var olduğu ancak yaklaşık bir asırdır idarede zafiyet içinde olduğu topraklarda idi. Balkan savaşının, Trablusgarb savunmasının yüklediği rnâli sıkıntı'ar ülkemizin boğazını
İyice sıktı. Said Halim Paşa hükümeti mâliyeye para bulmak için Mehmed Cavid bey'i (Dönme Cavid) bir Avrupa turuna gönderir. Yapılan temasla Fransızların ümid verdiği görüldü. Ancak bu ümid kapısında müzakereler hayli uzadı. İşte tam bu sırada nasıl olduysa Goben ve Breslav adlı iki Alman savaş gemisi kaçmakta olduğu müttefik donanmasının önünden Çanakkale Boğazına duhûl ederek kurtuldu. Siya-net sever milletimiz bu dehalete sıcak kucağını açtı açmasına fakat meselede problem olmaya başladı. İngiliz ve Fransız ve dahi müttefikleri gemilerin kendilerine teslimini istediler. Tabii ki böyle şey olamazdı. Nitekim olmadıda.. Çâreyi söz konusu gemileri satın aldığımızı ilân etmek olarak görebildik. Dünya efkârı umumiyesine, alımı ilân ettiğimizde Fransa, kapısının önünde Osmanlı adına borç para taleb etmekte olan Cavit bey başkanlığındaki heyete borç veremeyeceklerini tebliğ ettiler. Böylece heyetimizin eli boş döndüğü görüldü.
Biz; Mevlanzâde Rıfat bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü" adlı eserini sadeleştirip Pınar yayınlarından neşir hayatına kazandırmıştık. Bu zatın; tasvir sanatının en güzel örneklerinden sayılsa yeri olan izahını buraya alıntıhyarak sahifemizi süslemek ve en güçlü izahlardan biri olduğuna inanarak takdim ediyorum efendim: Evvelâ sadrazam Said Halim Paşanın ingiltere'nin Osmanlı nezdindeki b.elçisi Sir Malet ile yaptığı görüşmenin tasvirinden bir bölümü sunalım:
"Sadrazam Said Halim Paşayı Yeniköy'deki yalısında ziyaret eden Sir Malet'in görüycrumki Büyük Britanya hükümetiyle ve müttefiklerine karşı düşmanca bir tavır irine girmeye başladınız. Benim şahsi görüşüm şudur ki; buna çok uzüldüm ingiltere devlet-i fahimanesi, Osmanlı devletini "na tehlikesinden kurtarmıştı. Yine zannediyorum ki; bu zamanda Osmanlı hükümetinin menfaati Büyük Britanya'yı gücendirmemektedir." Bu soruya sadrıazamın cevabının şu bölümü pek önem arzetmektedir: ".emin olunuz ki hükümetimiz Büyük Britanya Hükümeti fahimesinin dostudur. Daima da dost kalmak emelindedir. Ancak bugün müttefikleriniz arasında bulunan Rusya'ya karşı ihtiyatlı olmak için bazı tedbirler almaya mecburuz. Osmanlı Hükümeti -resmî bir dille arzediyorum- barışseverlikten ayrılmak istememektedir."
Sir Malet; sözü Ç.kale boğazından içeri dalıp sığınan ve Osmanlı devletinin para verip satın aldığını beyan etmek mecburiyetinde kaldığı gemilere getirir ve: "..Almanya'nın İstanbul limanına gönderdiği iki harp gemisi hakkında yapmış olduğumuz resmî taleb ve ricamızın henüz yerine getirilmemiş olmasını hayretler içinde karşılıyorum." Dediğinde sadrıazam Said Halim Paşa: "Bunda da bir yanlış değerlendirme var! Burada Almanların harp gemileri yoktur. Osmanlı Hükümetinin, Almanya'dan satın almış olduğu gemiler vardır."
ülkemizin içinde bulunduğu zor durum, Prens sadrazama; ne yapalım peşin olarak parasını ödediğimiz diretnotlan vermediğinizden Almanlardan bu iki gemiyi almak mecburiyetinde kaldık gibi bir kinayeye başvuramadığımızı düşünmenizi hatırlatırım sevgili okurlarım. Sir Malet cevabı: "(Tebessümle) Hâttâ bedelini peşin verdiği gemiler!
..Değil mi? Son Altes, İngiltere Devleti ve ortakları bu yoldaki manevralara iltifat etmezler.." Diplomaside bu şekil de ifade olunan beyanların düz yazıdaki mânası, siz de'para nerde daha Fransa maliyesi kasasının önünde dün avuç açmıştınız. Alman'lara bu iki c,emi için parayı nereden buldunuz. Bize yutturamazsınız demek oluyordu.
Sir Malet'in sadrıazam Said Halim Paşa'ya: "...İhtiyatlı bulununuz. Almanların bu iki teknesine güvenmeyiniz." Sadra-zam'ın cevabı ise: ".Size namusumla temin ederimki, ben bu makamda bulundukça Devlet-i Âliye tarafsızlıkdan ayrılmayacaktır."
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Enver- Walkenhaim Dansı Paz Ocak 11, 2009 6:20 pm
Enver- Walkenhaim Dansı
Görüldüğü gibi sadrıazam Said Halim Paşa doğru yolu silahlı, muntazır ve tarafsız kalmakda görmekte hele İngiltere ile arayı hiç açmama siyasetini tercih etmektedir. Bu politikanın gerileme döneminden beri takip olunan yola uygunluğu ileri sürütürse hatalı bir iddia olmaz. Mevlanzâde Rıfat bey, bahse konu "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı eserinde 20 sahifede şunları söylüyor, biz de özetleyelim: "Maliye nazırı Cavid; hazinenin paraya olan acil ihtiyacını ileri sürerek, Alman elçisinin arzularını iyi karşılamak, Almanya hesabına hemen harbe girmek için, ittifak senedinin çabukluk sağlamaya büyük gayret sarfetti. Dâhiliye nazırı Talat, Harbiye nazırı Enver dahi buna tarafdar oldular. Bahriye nazın Cemâl, düşüncelerin alacağı renge bakarak fikrini ortaya koymamıştı..." Sadrıazamın yukarıda söylediğimiz durumu devam etmekte,silahlı fakat tarafsız kalma düşüncesini taşıyordu.
Cemâl Paşa, Cavit ile beraber Fransa'dan eli boş dönmenin bozgunluğu içinde Enver'in Alman elçi ile konuşmaya teşvik ve tahrik etmekteydi. Sonunda Wankenhayim ile Enver Paşa mülakatı tensib olundu. Wankenhayim hayli uzun ve ikna edici bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın bazı yerlerinde tehdit, bazı yerlerinde şantaj ve de sahtekârane ifadeler yyer tikini gösteriyordu. Biz burada bir iki cümleye işaret edec^P: "Son ekselans, Balkan Harbinden mağlup olarak çıkmış ve harp vasıtalarınız tükenmiş, kuvvetsiz ve parasız kaldığınız halde sizi biz ittifakımıza almak istiyoruz. Karadeniz'de bulunan Rus filosunu bir anda yok etmeye kadir son sistem iki tane harp gemimizi, İngiliz ve Fransızların donanması arasından geçirerek emrinize, en usta denizcilerimizle birlikte teslim ediyoruz. İhtiyacınız ölçüsün de para ve harp levazımı vereceğimiz gibi...(.) Anlamıyorum son ekselans! daha ne istiyor ve ne bekliyorsunuz?(..) Binaenaleyh tereddüt halindeki arkadaşları aydınlatma Iısınız,ikna etmelisiniz" Demekteydi.
Pınar yayınları arasında neşrolunmuş ve tarafımızdan hazırlanmış bulunan Mevlanzâde Rıfat bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü" adlı eserde sivil-asker arasındaki zıtlaşmaya örnek gösterilebilecek şu tasviri dikkatle ve ibretle okumanızı salık veririm. Mesele şu; Osmanlı mâliyesinin tesviye etmesi gereken acil olarak iki milyon altına ihtiyacı vardır. Yukarıda Almanya Sefiri ile Enver Paşa arasındaki mülakattan savaşa girme karşılığında para vaadini nakletmiştik. Bu antlaşmayı ittifakı temin eden senetlerin teati merasimi sonrasında para verilmesi icab ederken. Kestirme yoldan gitmeyi seven askerler Cavid bey'in yarın lâzım dediği parayı Walkenha-ım'den hemen alabilmek için Osmanlı Ordusunda müşavir olan Liyman Von Sanders Paşa'dan tavassut etmesini Bahriye Nâzın Cemal Paşa telefonda rica eder.
Yapılacak iş tavassutun neticesini beklemekti. Beklediler.. Yarım saat sonra Liyman Paşadan menfi cevap gelmiş ve antlaşmanın teati merasimi yapılmadan ödemenin kabil olmadığını elçi mutavassıt Liyman Paşaya ifade etmiş. İşte Sa-İd Halim Paşa burada:
- Ben size söylemedim rni? (Demek ki daha evvel antlaşma teatisi yapılmadan para alınamayacağını, usûlün bu ol-hatırlatmış olmalı.) Enver Paşa: (yapmacık bir asabiyetle)
Böyle şeymi olur? Söz demek, imza demektir. Merasim apıla dursun. Madem yarın Cavid'in paraya ihtiyacı vardır. Şimdi verilmelidir!. Said Halim Paşa:
- Enver Paşa, sizi bugün çok sinirli görmekteyim. Enver: Ben sinir filan bilmem mademki bu paraya ihtiyaç var,
antlaşmanın kabulüne de karar verilmiştir, şu halde istediğimiz parayı sefir hemen vermelidir! Said Halim Paşa:
-Herşey usûle bağlıdır. Hükümet işlerinde usûle riayet şarttır. Elçi bu parayı vermek istese bile şimdi veremez. Enver Paşa:
- Paşa; bize hükümetçilik dersimi vereceksin? Biz inkılapçılar bu kadar ince merasimden hoşlanmayız. Mademki para lâzımdır. Hemen verilmelidir. Durunuz bir de ben telefon edeyim. Said Halim Paşa:
- Kime? Enver Paşa:
- Allah Allah! Kime olacak? Sefir Walkenhaime.. Said Halim Paşa:
-Rica ederim çok ayıp olur! Hassaten şimdi Liyman Paşa telefon etti. Red cevabı aldı. Şahsi şerefinizi düşününüz!.. Enver Paşa:
Rica ederim Paşa, düşünerek konuşunuz, artık çok oluyorsunuz! *
Biz kafaları akıl dünbeleği olanlardan hoşlanmayız!. Diyerek yerinden kalkıp telefon ahizesini eline almıştı. Enver Pa-
-Allo Allo! Alman elçisinin telefon numarasını veriniz.
-Kimsiniz?
- OO! Zât-ı âlileri mi asaletmeab, ben dostunuz Harbiye
Nâzın Enver
Enver Paşa; Alman büyükelçisi ile yaptığı telefon konuşmasında ertesi gün "Doyçe Orient Bank"dan onmilyon alınabileceğinin müjdesini verdi. Sevgili okurlarımız görüldüğü gibi, Harbiye Nazın sadrazama dümbelek mi demedi, çok oluyorsun mu demedi, kötü gecenin sabahından umulurmu hayr, böyle mahalle kahvesi kılıklı hükümetin icraatında bulunurmu hayır!
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Tuzak Kuruluyor Paz Ocak 11, 2009 6:21 pm
Tuzak Kuruluyor
Enver Paşa; Mevlânzâde'nin yazdığına göre İttihad ve Terakkinin ruhu olan Talat bey'i tebrik eder. Çünkü Almanlarla bir müddet evvel mutabakata vardıkları ittifak hususunu Meclisi mebusanda görüşmek mecburiyetinde kalsalardı, iş hem bozulur hemde maksad-ı hakiki dışarısızardı. Talat bey'in mebusanı bir müddet daha kapalı tutma tedbiri verdiği sonuç bakımından bu tebriki yerinde bulmamak kabil değildi. Millet ve memleket mi dediniz? Aman efendim İt'in hülyalarının yanında bir değerimi olur?
Yine Mevlanzâde burada şu ifadeyle üzerinde teemmül etmemiz gereken bir hususu aklımıza düşürüyor. Demekte ki: "Said Halim Paşa; oynanan bu komedyanın bir tertib eseri olduğunu bilmediğinden hayretler içine düşmüştü. Bir taraftan İngiliz elçisi Sir Malet'e tarafsız kalacaklarına dâir verdiği namus sözünü tutamamaktan çok müteessirdi. Bir de uğradığı hakarete rağmen bir türlü istifa yolunu tutamamiş-
" Bu ifadeden anlaşılan kabinede bir tesanüd ve işbirliği oldıqu gibi) sadnazamda olduğu zannedilen nihai karar Ener Talat ve Cemâl triomvirasında temerküz etmiş, sadrızam ise, kabineye tam manasıyla hakim olup olmadığının idrakinde olmadan tarafsızlık bahsinde İngiltere elçisine hem de namus sözü vermek gibi bir ihtiyatsızlık yapıyordu. Enver bey; Alman b.elçisinin kendisine prestij kazandıran jestine teşekkür etmek üzere ziyarete gitmiş ve b.elçiden kendisini pohpohlıyan şu sözler karşısında adetâ mest olmuştu: ".Zahmet buyurmuşsunuz. Zât-ı devletlerine karşı emniyet ve itimadımız tabiidir. Haşmetli İmparatorumuzun emniyet ve itimadını kazanmış olan General Enver'e İstanbul sefiri iti-matda tereddüd edermi? İttifak meselesini matlubumuz Uz-re hâl ederek, dostunuzu meslekdaşları arasında mahcup olmaktan kurtarmış bulunmanızdan dolayı asıl teşekkür vazifesi bana düşer. Teşekkür ederim General Hazretleri!" Enver Paşa:
- Cidden çok nâzik, çok lütufkârsınız. Walkenhaim:
- Zannederim gemilerle deniz manevrasına başlayacaksınız! Enver Paşa:
- Evet, Bahriye Nâzın yarın yapılacağını söyledi. Walken-haim:
- Bu manevraları Marmara'dan Karadeniz'e taşıyacağınızı duydum öyle mi? Oh ne güzel düşünmüşsünüz! Her halde hükümetinizin emrine verilen Alman bahriyesinin cesaret, taharet ve kudretlerini görmüş, gemilerin savaş kıymetlerini anlamış olacaksınız. Enver Paşa:
(Hayretle) Asaletmeab, Karadeniz'de manevra yapılaca-9'ndan haberdar değilim. Zannedersem ki böyle bir hareket erhal fj^a'nin muhalefetine uğrar, bir mesele çıkmasına ebeb.elçi: - (Şeytani bir gülüşle) Son ekselans, bundan sonra Rusya'nın hâttâ İngiltere ve Fransa'nın muhalefetinin ne kıymeti olabilir. Almanya ile Osmanlı Devleti arasında ittifak yapılmıştır, bu günden itibaren dost ve düşmanları müşterektir. Almanya, Rusya ile harp halinde olduğundan Osmanlı hükümeti dahi Rusya ile harp halinde demektir. Bunun için Osmanlı filosu, Marmara'daki manevraları nı gazete ile ilân etmiş bulunduğundan, bu manevraları tamamladıktan sonra (gülerek) yeni satın aldığı Alman gemilerinin savaş kudretlerini ordusuna dahil ettiği kumanda heyeti ve_mürettebatının iktidar ve ustalıklarını denemek için Karadeniz'e taşırırsa buna kimin ne diyeceği olabilir?. Enver:
- Arzunuzu tam kavrayamadım. Walkenhaim:
Mesele basittir!. Osmanlı filosu, Marmara havzasındaki manevrayı kâfi görmemiş Karadeniz'de de manevraya devam etmiş olur. Yolda Rus filosuna rastgelinir ve filonun taarruzuna uğramış olunur. Osmanlı filosu tarafsızlığı bozmamak için savunma vaziyeti alarak, Odesa istihkâmlarından üzerine ateş açılmış, iki ateş arasında kalmış olur. Osmanlı filosu da kendisini savunmak gayretiyle Odesa istihkâmlarını tah-rib ve iskat, Rus filosunu da kısmen batırmak, kısmende firara mecbur bırakarak İstanbul'a dönmüş olur. Osmanlı hükümeti de bu beklemediği hadise üzerine Rusya'ya haklı olarak protesto çeker. Enver Paşa:
- (Hayretle) Ne güze! plân!.. Harp ilânı için başka sebeb aramaya hacet kalmaz!.. Walkenhaim:
- Bu vaka olmayacak hadiselerden değildir!
Görüyorsunuz sevgili okuyucular, Alman b.elçisi, müthiş kurmayımıza savaş nasıl çıkartılır öğretisinde bulunuyor. Bizimki de müteşekkir!
Si
Evet; Amiral Şoson komutasındaki Alman gemiler topları-Karadenizde Odesa üzerinde toplarını endaht ettirdiklerin-, seren direğinde Osmanlı Sancağı vardı amma mürettebat
de kaptan Osmanlı'nın başını kendi ülkeleri Almanya için yakmaktan çekinmemişlerdi.
Bu haberler İstanbul'a ulaştığında ahali, İttihat ve Terakkinin propagandası ile Rusların Yavuz ve Midilli'ye saldırdıklarını bu gemilerin ve mürettebatın Ruslara lâyık oldukları cevabı vermek suretiyle Odesa istihkâmlarını yerle bir ettiğini Rus donanmasının hayli gemisini de Karadeniz'in dibine yollamıştır haberleri ustalıkla yayması, Boğazdan giriş yapan gemilerimizin İstanbul halkı tarafından Yaşasın Yavuz! Yaşasın Midilli! Kahrolsun Ruslar! Nidalarıyla karşılanırken, ülkenin mahvoluşunun startını vermiş oluyorlardı.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Birinci Cihan Harbi Paz Ocak 11, 2009 6:21 pm
Birinci Cihan Harbi
Alman genel kurmayı,yapmış olduğu plânlarla savaş üzerindeki tasavvuru, Fransa üzerine Bellçika üzerinden yürüyecek tanzim ettiği muhasara sonunda 45. günde burasının işni bitirip, 15 gün içinde Rusya üzerine yürümekte. Bu arada Ruslar, Alman endişesinden dolayı ülkelerinde seferberlik ilân etmişler buna karşılık garaibden olan bir husus gerçekleşmiş, Almanya, Çar'lık hükümetine gönderdiği bir nota'da bu seferberlik ilânını durdurmasının gerektiğini ihtar etmiştir. Hangi ülke korku duyduğu hareketi gerçekleştirecek olan bir organizasyon devletine peki diyebilir?
Tabii Çar'ın hükümeti de bu acaip nota'yı ret etti. Alman-lar ise 2/Ağustos/1914'de Lüksenburg'a girmişlerdi. /Ağustos/ Belçika'nın hesabı görülen gün oluyordu. Bun-orduları ikiye taksim olunmuş ve 18/Ağus-
derken. serlman orduları ikiy ordusunu avrupanın batısına tahsis ederken, sekiz ordusunun istikametini Ruslar üzerine göre tertipledi. Gücünün, 2.147.000 kişiyle meydana geldiği ve 83 tümeni çıkardığını görüyoruz.
Fransızlar ise; Alman ordularının sol cenahını kuşatmayı ve bu arada AIsas-Loren'i almayı plânına dâhil etmiş, tamamı 2.150.000 kişiden müteşekkil 5 adet Fransız ordusu 68'tümen hâlinde savaşa hazırlanırken, İngilizlerin General French komutasında 134.000 kişilik as-keri birlikleri Mabeug civarında yerleşerek Fransızlara muavenet ediyorlardı. Fransızların başkumandanı general Joffre Almanlar üzerine taarruzundan ümitvardi. Ancak Alman ilerleyişini durdurmak kabil olmadığından Joffre Paris'e çekilip kâfi gelmiyen beş ordusunun yanına 6.bir ordunun tanzimine geçmişti.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Marne Savaşı Paz Ocak 11, 2009 6:22 pm
Marne Savaşı
6. Orduyu teşkil etmeye muvaffak olan Joffre,Grand Morin ırmağı yakınlarına sokulmuş Alman ordusunun üzerine ki bu Almanların 1.ordusu idi üstlerine atıldı. Bu savaşın dünya savaşının küçük görülen fakat büyük bir dönemeci olduğu bütün askerî mütehassıslarca itiraf etmektedirler.
Fransızların bu saldırılarından Almanların içine girdiği durumu tetkikle görevlendirilen Yarbay Hentz, sadece hücuma mâruz kalan 1.orduyu değil, orada yakın yerde saf tutmuş 2. Alman ordusunu birlikte çekilme emriyle geri aldı. Böylece; pek meydan savaşı değilde, bir çekilme harekâtını pek de gevşek şekilde takibe alan Fransızların böbürlenmeye olan eğilimleri bu tarz bir takibi, meydan muharebesi kazanmış kerevetine çıkarmaları ayrı bir bahisdir ve burada Yarbay Hentz'in verdiği emirin isabeti mütehassısların tartışması icâb eder diye düşünüyorum.
Cihan savaşlarında Yahudi gizli teşkilatlarının saklı plânia-min böyle kördüğümlü olaylarda işin yönünü değiştirdiği pek çok görülmüştür.
Almanların bu çekilme hareketleri 9/14 eylül günleri arasında vukubulurken, Ölse ırmağı ile Verdun arasında bir hattı kurmaya muvaffak olan Almanlar karşısında, Fransıziar'da takibi bırakmakla birlikte, onlarda tâyin ettikleri hat ile 1914 senesi sonuna kadar Almanları Manş Denizine ulaşmaya engel teşkil ettiler:
İşin Osmanlı Devletini alakadar eden tarafı bu sırada Mar-ne savaşında kendini gösteriyordu. Marne mağlubiyeti Alman efsanesini yıkmıştı. Deniz devletleriyle dâima müttefik olması gereken devletimiz, Almanya ile müttefik olma ve ondan yana savaşa katılması hîçde yapılmaması gereken bir icraat olarak kendini gösterir, fakat kaderin önü alınamıyor. Osmanlı devleti bu savaşa girdiğini ortaya koyunca, İngilizler de Mısır ile Sudan vede Kibri sı ülkesine ilhak ederek, bizim buradaki hâkimiyetimizin sona erdiğini ilân etti. Daha sonrada, Lozan'da biz bu yerlerle alakamız kalmadığını kabul ve imza eyledik.
Bu mevzuda, Mehmed Selahaddin Bey; "Bildiklerim" adlı kitabında bu işten bakın nasıl feryat ediyor: "Yine harbin ilk döneminde en mühim ve büyüklerinden olan dolaysiyla eyâ-let-i mümtaze denilen Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Kanalının kilidi sayılacak kadar mühim olan Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak ediidi. Akdeniz'deki adalarımız, Trablusgarp ve Bingazinin, yine bunların döneminde elimizden çıkışı kaale alınırsa bu denizdeki hâkimiyetimiz değil, varlığımız dahi nisyana gömüldü. e {^İnatçı haydut çetesinin dünya haritasındaki yerlerimizin sebeb olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendi-
ğinde bir cevap gelememesi icâb eder! Bununla da bu belâları görmüş nesiller, on yılda memleketi yok edenleri bir daha iktidar mevkiine getirmemelidirler." Demektedir.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: İsmet İnönü'nün Tahlili Paz Ocak 11, 2009 6:22 pm
İsmet İnönü'nün Tahlili
Târih; milletlerin hafızasıdır. Bazı hafızalarda bulunan bilgiler, o milletin târihinde yer alamazsa, o yönüyle milletin hafızasının bir bölümü, bütün teşekkülatıyla var olduğunu iddia edemez. Tarihçi Oztuna Bey'in kıymetli eseri "Büyük Türkiye Târihi"nin 7. cildinde 288. Sahifede yer alan ve o zatında Türk Târih Kurumunun (TTK) yayınlarından olan Belleten adlı sürekli derginin 149. sayısından ve 2. ile 10. Sayfalan arasında yer alan ve Ocak/1974'de neşredilmiş nüshadan alınmış bu önemli bulduğumuz tahlili meâlen sayfalarımıza alıyoruz: "İsmet Paşa; bu savaşa girmemizin hiç bir mecburiyeti gerektirmediğini söylemekle savaşa girilişten 60 sene sonra onun gibi iyi bir kurmayın, o savaşda bizatihi çarpışmış olması ve Yıldırım Ordularının muntazam çekilişinin gerçek sahibini dikkatle okumak gerekir diye düşünüyorum. İsmet Paşa ezcümle şunları dile getiri yor: 1.Cihan harbine biz ittihat ve terakki hükümeti zamanında girmiştik. Bizim savaşa girdiğimiz zaman Almanlar için savaş kaybolmuş kabul edilmeliydi. Moltke'den sonra Almanların büyük erkân-ı harplerinden Scihlifen de en büyüklerdendir. Savaşın plânlarını o zat yapmıştır. Plânlarında demiştirki; bu savaş olacaktır. Kazanmak için vaktiyle hazırlık yapmak ve onlardan önce harekâta geçmeliyiz." Dediğini hatırlatan İsmet Paşa şöyle devam etmektedir: "Alman askeri literatüründe bir tâbir vardır. Erkânı harb reisleri, kumandanlar daima bir siyasi fikir teklif edecekleri zaman o mukaddemeyi (giriş) yaparlar. Biz askeriz, devletin siyasette ne karar vereceğini
bilmeyiz. Selahiyetimizde yoktur. Fakat, eğer bir harbe girmek ihtimali varsa siyasi müzakerenin neticesi bir harbi doğuracaksa o harpte muzaffer olmak için bir takım hesaplara riayet etmemiz lâzımdır. Vaktiyle şu kadar zamanda bize haber vereceksiniz harbe giriyoruz diye..v.s Schlieffen'e at-folunan sözün bir maddesi şu: eğer savaş olacaksa biz harpte taarruz edeceğiz. Kuvvetimizin çoğunu büyük kısmını garb'a karşı, Fransızlara karşı toplayacağız. Rusya'ya * karşı mümkün olduğu kadar az kuvvet bırakacağız. Hareket edebilirler, toprak kaybedebiliriz, fakat 1.mesele, batıda büyük bir üstünlükle harbi bir an evvel kazanmak lâzımdır. Belçika'ya girmekten bahseder. Oradan gidecekler, istihkâmları çevirecekler. Büyük tahkimat var Fransa sınırında onları çevirerek Fransa'ya hücum edecekler, bunu söyledikten sonra adam şunu da söyler plânında: Bir an evve! Fransa'nın işini bitirmek lâzımdır garb'de. Büyük kuvvet ile Fransa'ya taarruz ederiz ve Fransa'yı amana düşüremezsek harp.dışı edip sulh talebine icbar edemezsek, durmağa mecbur olursak derhal sulh yapmak lâzımdır, şartlar ağır olabilir. Fakat harp ne kadar uzarsa ağır diye tahmin olunan şartlar daha ağırlaşır. Harbin uzamasında hiç bir fayda yoktur. Bu plâna göre Almanlar, Fransa'ya taarruz etmişlerdir ve Fransa Almanları durdurmaya muvaffak olmuştur.
Söküp atamadılar, Verdun'da vs.'de dayandılar. Harp uzar sürüklenir bir mahiyet aldı. Niçin böyle oldu? Hesabını çok iyi yapmışlar kendi aralarında. Meselâ bütün kuvvetler Fransa'ya doğru yürüsün deniyor. Rus cephesi ihmal olunacak. Harp çıktığı zaman Rus cephesini ihmal etmek ve bir Rus istilasını geri almak, İmparatorun ve Alman hükümetinin tahammül edeceği bir şey değildi. Oradan plân sulandırıldı. Hem Rusya'ya mukavemet edelim hem ötekini tahrib edelim
Neyse Alman meselesini tahlil edecek değiliz. Rusya'ya karşı mukavemet tam tedafüi bir vaziyet alacakken Rus cephesinde muzaffer oldular, Fransız cephesini kaybettiler. Harb altı ayda bitecek derken 1918'e kadar dört sene sürdü ve haikaten şartlar ağır oldu. Şimdi Türkiye'ye geliyorum. Almanya ile bir avrupa harbi olacak, Rus tehlikesi bizim için büyük tehlikedir. Onun için Almanya ile beraber bulunan İttihat ve Terakkinin, hükümeti zamanında da, 2.Abdülhamid zamanında da Almanya ile özel bir münasebet vardı. Demekki 1914'de seferberlik ilân etmiştik. Fakat harbe girmemiştik. Harbe girişimiz, bilirsinîzki, Yavuz (Go-ben) zırhlısının Karadenize çıkıp Rus şehirlerini bombardıman etmesiyle emrivaki olarak başımıza gelmiştir Onun B^ edebiyatta söylenmesi âdet olmuştur. Biz 1.cihan harbe o harbi kaybolunduğu göründükten sonra girmişizdir. İttihat ve Terakki'nin ağır mesuliyeti bilhassa bu noktadandır. Şimdi bunun neticesi; avrupada ve memleketde her cephede muharebe ettik biz. Ondan evvel İtalya ile muharebe ettik. Bilhassa Balkan harbini geçirdik.
Balkan harbi bir felâket olarak geçti. Balkan harbinde imparatorluk ordusu tamamiylen bir çöküntü gösterdi." İsmet Paşa şu sözlerle devam ediyor: "Şimdi Enver Paşa pek genç yaşda harbiye nâzın oldu. Başlıca iki derdi vardı o zamanki ordunun. Birincisi yetişme İtibarıyla zayıftı bu sebeb-ten dolayı, ikincisi siyasete karışmıştı. Ordu yapmıştı ihtilâli. Genç rütbede, herhangi bir rütbede siyaset yaptıktan sonra o siyasetin ordu subayının hayatı ve ideali üzerinde başka bir te'siri vardır. Kendi mesleğinde temayüz etmek, iyilik yapmak, ufuklarını açmak için aranan şartlar başkadır. Siyasetde bilhassa akıl vermek ve devirmek tecrübesini yapan subaylar için birinci derecede söz sahibi olmak usûlü başkadır. Siyasi meslek çok daha kolay gelir ve bir defa
onunla zehirlendikten sonra o ordunun ordu vazifesini harp vazifesini yapması güçleşir. Yalnız siyaset kısmında memleket cihan harbine kaybolmuş bir halde girmiştir. Alman imparatoru gene siyaset adamlarının telâkkisine göre, çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet topladım, daha kuvvetim var, Rusya'nın hakkından aynı zamanda gelebilirim diye düşünmüştür ve bu tarzda hayalle hata etmişlerdir. Bu sıralarda ben (İsmet Paşa), seferberlik ilân edilmişti ki tedavi için Yemen'den gelmiştim. Avrupa da idim. Dolaşıyordum, seferberlik ilânını duydum, hemen İstanbul'a geldim. Fakat harbe girilmemişti. Harb yoktu ve benim İlk kanaatim, harb, cihan harbidir. Bizde ne suretle, ne vakit, nasıl başlar, bilmeyiz. Fakat bir an evvel orduyu teşkil edip, tâlim terbiyesini yapmak lâzımdır.Hiç bir zaman ben kendim harbe gireceğimize ihtimal vermemiştim. Bu vaziyetten sonra İstanbul'da bulunan ******, ordu müfettişi olarak tekrar Anadolu'ya gönderildi. İstanbul hükümeti niçin göndermişti ******'ü. şöyle izah olunabilir bu: İstanbul'da iyi niyet sahibi eski vezirler, bun lann içinde düşman vasıtası olması şöyle dursun, olmasının tasavvur edilmesi bile mümkün olmayacak temiz insanlar vardı. Fakat kendilerine itimatları yoktu ve yapılacak bir şey de göremezler. ****** ile diğer gün görmüş iyi niyetli devlet adamları arasındaki fark şudur: Onlar, bunun çâresi nedir, bunun çâresi uslu oturmaktır ne derlerse razı olmaktır. Vaziyeti daha ağırlaştırmayalım. Geçen harbten sonra ağır ithamlar altına girmişizdir. Bu ithamların yakışıksız, esassız olduğunu isbat etmeğe çalışalım, iyi niyetle çalışalım diye düşünürler. Atatürk'ün görüşüne göre vaziyeti objektif olarak mütâlâa edelim. Hissiyat meselesi değildir bu. Kendimi ne kadar beğendirmeğe çalışsam benim memleketimi parçalayıp İstismar etmek fırsatını bulmuş olan siyaset adamlarına insaf vere-
OSMANLI TARİHÎ mem ben. O bir şeyden anlar, imkân var ise istismar edecektir. Hükümdarın bu siyaset cereyanlarında başlıca taraf olması ve uysal davranmak; kendimizi beğendirmek suretiyle bir şey koparabileceğimizi, bir şey kurtarabileceğimizi zannetmesi, felâketin başlıca sebebi olmuştur. ******'de ümid müphem olarak var. Bu işin sonu nereye varacak? Bu işin sonunun nereye varacağını sonra düşünürüz. Cumhuriyet v.s bunların hiç biri mevzûî bahis değil. Evvelâ bir mukavemet imkânı bulalım. Bu şekilde 3.Ordu müfettişi olarak Erzurum'a kadar gitti..." Diyen İnönü sözü kurtuluş savaşına getirmek suretiyle, l.cihan harbine girişimizin kaybedildiği kesin bir savaşa girdiğimizi açıkça söylememekteyse de, İttihatçıların yanlış yaptığını ifadeden de kaçınmamaktadır.
Dünya'da topraksız kalmış kavimlerin arasında ikiden biri olan Ermeniler; Çarlık Rusyasının târih sahnesinden yok olması sonrasında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Bolşeviklik propogandasından mütehalli olarak, bir peyk devlet kurma şansını yakalamışlardır. Ancak bu yeni devletin toprak mesahası 29 bin kilometrekare olmak hasebiyle, Bolşevik ülkelerin en küçüğü olarak teşekkül etmiş oldu. İkiden diğer bir ise; Yahudiler olup, onlarda 1948 de devlet oldu.
Ermenileri; sırasıyla Çar Deli Petro'dan beri kendi amallerine kullanan emperyalist devletlerin, ki başında Rusya, İngiltere ve Fransa gelmiştir. Sonunda bu emperyalist devletler kendilerine aid menfaatleri devşirdilermi manipüle ettikleri Ermenileri satıverdiklerini bilmek için derin bir tarih bilgisine ihtiyaç yoktur. Bu ifademizin doğruluğunu bizatihi Ermeni diasporası, yâni Erivan'ın başkent olduğu Ermenistan dışında yaşayan çokça kalabalık ve dışarı da Ermenistan'ın ekonomik şartlarının pek fevkıinde hayat süren ve bu minik devletçiklerine yardımlarıyla, dünya siyaset arenasında şöhretin merdivenlerini tırmandırıp, hayallerinde yaşattıkları Büyük Ermenistan hülyasını kuvveden fiile çıkarabilmek için nice sakîm yollar aramakta olduklarını gösteriyor.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Bunlar Türkiye'ye Düşmandır! Paz Ocak 11, 2009 6:23 pm
Bunlar Türkiye'ye Düşmandır!
Yukarıdaki başlığa ilâveten Ermenilerin, İslama düşmanlığını belirtmek gerekir. Zâten Türk dendiğinde, bütün hristi-yan âlemi müslümanhğı aklına getirir. Çünkü; Müslümanlık ve Türklük,et ve tırnak gibidir biribirinden ayrılamaz. Dolayısıyla düşmanlikdada bu hususda hem Türk'ü hem de müslü-manı hedef alır ve almıştır. Ermeniler'in aziz milletimize taarruzlarını, bu taarruzların meydana getirdiği kanlı ve fecî olayları,-zaten hakkımızda peşin hüküm sahibi ehl-i salibe duyuramadığımızı kimse iddia edemez. Çünkü; garb dünyası, şark dünyasını seyyahları, şarkiyatçıları ve oryantalistleri vasıtasıyla olayları kemâliyle bildikleri halde, inançları ve ülkelerinin menfaatleri istikametinde ahalisine nakl ve tasvir eylemişlerdir. Dolayısıyla avrupa efkârı umumiyesi, hâttâ Amerika kıtasında yaşayanlar gerçeğe muttali olamamışlardır.
Nizamettin Nazif Tepedelenlioğfu meşhur "Komitacılar" adlı mufassal eserinde, Topal Tevfik Bey'e ki, Mahmut Şevket Paşanın katlinde fiili müeesir rol oynayan bir kimsedir ve mezkûr hadiseden dolayı idam sehpasında bu adam dünyadan ayrılırken şunları söyledi, söyledikleri de çıktı der. Topai Tevfik; İttihatçılara memleketi batırıyorsunuz! Diye bağırmıştı. Evet.. Memleketi hatırdılar. Bir de; hepinizin sonu benimkine benzeyecek! Diye avaz avaz haykırmıştı.. Diye nâkilde bulunur.
İttihatçılar; koskoca Osmanlı devletinin hükümeti olduğunu unuttular veya ne olduklarını bilemediler ve eğer Ruslar ile savaş çıktığı takdirde, Ermenilerin tarafsız kalmasını temin için Taşnaksutyun komitesi ile antlaşma imzaladılar. Bu haydut çetesi, çeteden de bir farkı olmayan İttihatçılardan aldığı destur ile 1914 senesinde, temmuz ayında Erzurum'da yaptıkları 8. kongresinde katılanlara kabul ve tasdik ettirmişlerdi. Ama Taşnak-sutyun komitesi mensubu Ermeniler Rus kuvvetlerine bilfiil öncülük ediverdiler. Ermeni cibilliyetine uzak olmayan kalleş ve döneklik sergilendiğini gören İttihatçılar, haliyle yapılan antlaşmayı tanımaz oldular.
Yukarıda Topal Tevfik bey'e ait sözler, bir bir çıktı diyor N.Nazif Tepedelenlioğlu; Talât Paşa (eski sadrıazam), M.Said Halim Paşa (eski sadrıazam), Cemâl Paşa, üçler komite sinden Dr.Bahaddin Şâkir, Polis müdürü Azmi bey, hâin ve kalleş Ermeni komitacılarının yaptıkları silahlı saldırılarda hayatlarını kaybettiler. Ermeniler; Talât Paşa'yı şehid eden So~ ğomon Tayleryan'in cinayet davasında sözde Büyük Ermenistan davası gütmeğe çalıştılar. Militanlarını kurtarmaya muvaffak oldularsa da, davalarını Berlin'deki mahkemenin uyanıklığı sayesinde ispata muvaffak olamadıkları gibi, dünya efkârı umumiyyesi huzurunda sahte belegelerle tarihi tahrif etmeye çalışırlarken cürm-ü meşhut oldular.
Mıgırdıç Yanıkyan adlı seksen yaşındaki vahşi katilin başlattığı intikam savaşı ile nice değerli elçi ve diplomatımızın ve aile efradının hayatına kıydılar. Maalesef dünya bunları görmezlikten geldi. Biz bu günü ortaya koyduğumuzda, onlar her ülkenin yapmasının isabet olduğu tehciri bir suç yapmışız gibi önümüze koymaktan haya etmediler.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Ünderholm Ne Diyor? Paz Ocak 11, 2009 6:24 pm
Ünderholm Ne Diyor?
Elektronik postama sayın M.Arif Demirer adlı bir beyefendi, benim çok yararlandığım ve sizleri de müstefid kılarsam faydalı olacağına inandığım ve aşağıda hülasa etmeye çalışacağım malumatı lütfetmişler. Târihi bir vak'a olduğundan eserimize alıyoruz.
Arif Bey soruyor; "3/ağustos/1914-27/mayis/1915 târihinde doğu ve güneydoğu da cereyen eden, vak'aları inceleyen İsveçli tarihçi, Jonas Linderholmu okudunuzmu?"
Nerde! Adını yeni duydum. Linderholm; 27 sahifelik bir makale yazmış. Bu zat Doğuanadolu ve Azerbaycan'da 1.dünya savaşı esnasında Asûrîler ve Süryani ler" mevzuunda. Linderholm; İsveçli ve bir lisede târih öğretmenliği yapmaktaymış. Diyormuş ki: "olaylardan bu tarafa geçen yıl sayısı çoğaldıkça, ölü sayısında hayli ilâveler yapılmaktadır. Aşağıdaki olayları dengeli olarak vermek amacıyla yazmış bulunuyorum. Meselâ: bir süryani protestan olan Süleyman Bostani, 1912'de kısa bir süre Osmanlı devletinin hariciye vekilliğini yapıyor. 1914'de kabineye Ticaret Bakanı olarak giriyor. Bu kabinenin sadnazamı daha sonra ermeniler tarafından Roma'da şehid edilecek olan M.Said Halim Paşadır. Bu Süleyman Bustani ancak" 12/kasım/1914 de jöntürkle-rin savaşa girme kararı alması üzerine bu kararı protesto için bakanlıktan çekilir.
Linderholm Stokholme 40 km. mesafede bulunan Soder-tal de yetmişsekizbin nüfusu olan bir şehir ve bu şehirde yabancı sayısı otuzbindir. Bunun onbeşbini Süryani olup Midyad kökenlidirler. Linderholm başka bir malumatı şu sözlerle bize aksettiriyor: "Rus birlikleri ve Ruslar tarafından eğitime tâbi tutulan ermeni gönüllü güçleri, 1914 sonbaharında (Diruzhına) Albak ilçesine girdi. Rusların büyük saldırısı Erzurum vilâyetinin kuzeyinde gerçekleşti. Enver Paşa târihler 27/aralık/ 1914'ü gösterirken Sankamış'daki Rus mevzîlerine hücuma geçti. Mağlub oldu." ve yine şunları söylemek-te Lindelholm adlı tarih öğretmeni: "24/ nisan/1915 de İstanbul'da hükümet 2354 Ermeni ileri gelenini tevkif etdi. Taşnaklar ve diğer Ermeniler fiilen Rus ordusuna yardım etmeye başlayınca, hükümet Taşnaklarla yapmış olduğu antlaşmayı bozmaktan başka çâresi yoktu."
Yukarıda nakleylediğimiz ittihatçılar ile taşnaksutyun arasındaki antlaşmayı ve ademi muvaffakiyeti de böylece doğruluyor Lindelholm'un beyan ettikleri! Devam edelim Lindel-holm'e;
"25/mayıs/1915 de hükümet; Erzurum, Van ve Bitlis'de-ki Ermenileri, Haleb, Şehrizur ve Musul'a sevketmeye karar verdi. Çünkü; batı'dan doğu'ya asker gönderemeyen devlet buraları Rus, ermeni ve onlarla beraber isyan eden Süryanilere bırakmıştı." Lindelholm, şunları söyleyerek batı adına namuslu olmayı hatırlatıyor:
"ittihatçıların elindeki hükümet, doğu bölgesindeki askerin azlığı ve otorite boşluğu karşısında İstanbul'daki erme-nilere dokunmamakla birlikte, isyan bölgesi ve Osmanlı hu-dudları civarında yaşayanlara tehcir,yâni ülkenin başka bir bölgesinde iskân kararı alıyor ve de bu bölgelere nâkile başvuruyor. Ancak bu hâl sürgün olarak telakki edilmemelidir." Demekte Lindelholm. Ve yine devam etmekte: "2/ocak/ile 24/mayıs/1915 tarihleri arasında dörtbin kadar Asurî'nin, misyoner merkezlerinde çeşitli hastalıklardan öldükleri hesaplanıyor. Bu rakkama Rusya'ya kaçarken yolda ölen bin kişiyi daha eklemek mümkün"
Jonas Lindelholm tetkik ettiği başka bir kaynağa bizi götürüyor: "The Macmillan Dictionary'de yer alan bilgiye göre ermeni olmayan yüzyirmibin sivil 1914 yılı kasım ve aralık ayında Ermeni çeteler tarafından Öldürüldü." (Başka bir deyimle tehcir kararından önce ermeni çeteler yüzyirmibin Türk ve Kürdü öldürmüş oluyorlar. Böylece hükümetin tehcir kararını alması bu hadise münasebetiyle, her devletin yapması gereken tedbire tevessül olarak telakki olunmalı.m.h)
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: 1.Cihan Harbi Hakkında Malumat Paz Ocak 11, 2009 6:25 pm
1.Cihan Harbi Hakkında Malumat
Bu savaşın dünya'da çok büyük siyasi değişiklikler getirmesinin görüldüğü gibi, her alanda, araştırma ve geliştirmeler dünyanın bir çok keşif ve kolaylıklara çok çabuk ulaşmasını sağla di dersek hiçde yalan söylemiş olmayız. Fakat av-rupa ve asya topraklarında meydana gelen fikri değişim, müslümanlar arasında ırkî yaklaşımlar ve hilafet otoritesinin sarsılması, savaş esnasında İttihatçıların, Sultan Reşad'a yaptıkları baskı üzerine cihad-ı mukaddes ilânını yayımlamasını ve ümmetin bu cihad ilânı ve fetvasına lakayt kalması bu yüce müesseseninde yıpranmasını sağladı ki manen büyük bir kayıptır. 1.Cihan savaşındaki görülen savaş aletleri modernizasyonu,daha sonra husule gelecek savaşın müthiş-ligini işaret etmesine rağmen insanlar bundan mütenebbih olmamış, 1.savaştan sonra ikinciyide çıkarmışlar ve bunun müsebbi olanlar en çok şikâyetçi bulunanlar arasında yer almışlardır. İnsan kayıpları l.harble mukayese edilemeyecek kadar yüksek olduğu gibi, maddi ve kültürelkayıplar bilhassa insan haysi yeti haylice zedelenmiştir. Birinci Cihan Harbi, neticesi itibarıyla, Almanya-Avusturya imparatorluklarını, Rus Çarlığını ve nihayet Âl-Î Osman devletini târih sahnesinden aşağıya yuvar lama vazifesini görmüştür. İslâm âlemi devlet-i şahanenin sükût bulmasıyla imamesi kopuk teşbih daneleri gibi dağılmış ve hilafetin ipi, ittihatçıların fonksiyonunu ifa edemeyeceğini bile bile ısdar eyledikleri cihad fetvasını, yaralamak suretiyle çekilmiştir. Osmanlı münevverleri ve yeni rejimin entelleri hilafet Türke yük olmuştu gibi yaveler yumurtlamaktan imtina etmemişlerdir.
Milletimiz halk arasında ifade edilen biz yedi cephede dö-ğüştük sözleri doğrudur. Hakikatte 1916'dan sonra hudutlarımız dışında üç, ülkemiz toprakları üzerinde dört cephede çarpıştık.
Fakat; Çanakkale savaşları dünya harp târihinin kaydettiği en müthiş bir savunma harbidir.
Bunu dost da, düşman da yerinde ifadelerle kabul ve beyan etmektedirler. İçlerinde siyonizmin temsilcisi olarak, sembolik bir kıta ile katılan yahudilerin bile yer aldığı düşman İngiliz sömürgelerinden getirilmiş müslüman askerler ile de takviye edilmişti.
Cephede saldırdığı, düşmanının Delail-i Hayrat okuduğunu duyan düşman ordusunun müslüman askerleri kahrolmaktaydılar. Bulut içinde atlarıyla birlikte bilinmezlere gark olan düşman ordusunun Norfolk taburu adı verdikleri askerlerden hiç bir iz kalmaması, sahib-i hakikat Allah (c.c)'ün Osmanlı İslâm ordusuna bir yardımı olarak telakki edilmesi hiç de yanlış olmaz.
Osmanlı'nın 34. Padişahı 2. Abdülhamid Hân'ın kurmuş olduğu mekteplerden mezun olmuş bütün zabitlerimiz, Çanakkale savaşlarında vazifeler almışlar ve büyük başarılara imza atmışlardır. Düşman bu savaşların sonunda münhezim olarak boğazdan çekilip gitmiştir. Bu muhteşem olayı en ince teferruatına kadar, iki eser terennüm etmektedir ki, bunun ilkini Çanakkale savaşları esnasında Avrupa'da olmasına rağmen, savaşın içindeymişcesine "Çanakkale Şehidlerine" diye kaleme alıp, ünlü "Safahaf'ında neşreden Mehmed Akif Bey'dir ki ikincisi de, "Çanakkale Mahşeri" adını verdiği ve onbeş yıl göznûru döküp, milyonlarca belge ve yazıyı okuyup, savaş alanını, avucunun içinden daha iyi tanımayı başarmış ikinci bir Mehmed, Dr.Mehmed Niyazi Özdemir Beyefendinin değerli eserinden okumanızı salık vermeyi bir hiz-rnet'i diniye ve vataniye olarak telakki ediyorum.
Osmanlı ordusunun savaştığı cephelerin Kafkas Cephesi, Irak Cephesi, Sina/Filistin Cephesi Bunlardan kafkas cephesi, plânlanan vaziyete göre, ortaklarının yükünü hafifletmek için, yâni Almanya, Avustırya, Bulgarya ve İtalya'nın sıkıntılarını azaltmak için Romanya ve Bulgaristan üzerinden veya-hutda Karadenizden çıkarma yaparak, Kafkasya'da Çar ordusuna, Süveyş kanalında da majestelerinin İngiltere ordusuna taarruz etmesiydi. Ayrıca İstanbul boğazı da buna dahil idi. 900 bin kişilik 4 adet Osmanlı ordusunun 1. Ve 2. Orduları boğazlar bölgesinde, 3.Ordu Kafkas cephesinde, 4.Ordu Filistin ve Suriye'de, ayrıca da İran ve Afganistanı sürüklemek suretiyle de, Hindistan'a akın yapmak için Basra'da Irak bölge komutanlığı kurulu vermişti.
3.Osmanlı ordusunun Sarıkamış/Erzurum istikametinde 3.ordumuzun 190 bin kişilik mevcuduyla 6/9kasım günleri 1914'de Köprüköy savaşı vukubuldu. Peşinden Sarıkamış'da 22/Aralık/1914'de Ruslara taarruz ederken başlarında Enver Paşa bulunuyordu. 112 bin kişilik bu ordu bilhassa soğuktan mütevellid donma yüzünden 60 bin kayıbla perişan oldu. Bu askerin kısm-ı azamı kıyafeti milliyeleriyle bu iklimde kullanılan Arabistan askeri olması bu hava şartlarının insanı olmadığından bu kullanımı daha sonra ırkçı görüşlere sahip olanlar bir kasıt olmak üzere vasıflandirmışlardır ve bilhassa şarkiyatçılar Arablar üzerinde bu vak'ayı Osmanlı aleyhine yorumlama yolunu seçmişlerdir. Osmanlı düşmanlığını körüklemişlerdir. İleride, 4.Ordu Kumandanı Bahriye eski nâzın Cemâl Paşa'nın Suriye'deki görevleri esnasında bu ırkî yaklaşımın doğrulanmasına uygun davranışlarla şöhret bulduğu unutulmamalıdır.
İrak Cephesinde 1914'de Basra körfesi petrol sahasını eie geçirmek isteyen İngilizlerle karışık Hint tümeni üç aşamalı bir hareketle 15/Ekim'de Bahreyn, 23/Ekim'de Fav'a asker çıkaran istilacı güçler, 23/Kasım'da Basra'yı kendilerine ram ettiler. Yerli Arapların %90'ının teşkil ettiği 38.tümen neferlerinin çoğu firarı tercih ettiğinden ciddi bir karşı koyma gösteremedik. Böylece İngilizler Ahvaz'ı ele geçirdiler.
Sina/Filistin cephesi veya Kanal harekâtı da dediğimiz bu cephe için önce Osmanlı genel ka rargâhında, Almanya'nın İstanbul b.elçisi Baron Valkenhaim, Alman amirali Suşon'un-da katıldığı toplantıda Mısır üzerine bir hareket uygun bulundu. Bunun maksadı milletler arası bir şirketin idare ettiği Süveyş Kanalına sahip olmaktı. Bizim 4.Ordu bu işe tahsis olundu. Harekâtın târihi 1914/Ağustosunda karar altına alındı. Karara göre harekât, Kanalı tam ortasından geçmek olacak ve en uygun zaman dilimi Aralık ile Ocak ayı olduğundan ittifak hasıl oldu. Bütün hazırlıkları 20 bin mevcud için yapıldı. Su dahil bütün ihtiyaçlar gözönüne alınmıştı. Suriye'nin savunmasına ise 45 bin kişilik bir kuvvet ayrılmıştı. 14/15/Ocak/1915'de yürüyüşe başlandı. Yarbay rütbesinde-ki Ali Fuad (Cebesoy) bu yürüyüş harekâtını idare ediyordu. As kuvvetler altı gece yürümek suretiyle kanalın elli kilometre doğusundaki Harba'ya geldiler. 27/Ocak'da ise Mümtaz Bey ve emrindeki birliklerimiz Kantara'ya geldiler ve İngliz-lerle savaş başladı. İngilizlerin uçakları bu arada devreye girdi ve bombardımana başladığı gibi müessir oluyordu.
Arab askerlerinin bir kısmı firara başvurdular. Bu sırada 4.Ordu kumandanı Cemâl Paşa'da bölgeye gelmiş harbi yakından takibe başlamıştı. 3/Şubat/1915'e gelindiğinde Cemâl Paşa çekilrie emrini verdi başlayış saatini karanlık basınca diye tâyin eyledi. Çekiliş o kadar sessiz yapılmıştık!, İnglizler, 4/şubat sabahı karşısında Osmanlı askerini göremeyince şaşkınlıktan gözlerine inanamadılar. 2.Kafkas cephe cephe harekâtı ise Tifüs hastalığının Erzurum'da zuhuru ve orduyu sarması hâttâ Hafız İsmail Hakkı Paşa'nın dahi bu salgın sonunda ölümü vukuubuldu.
Bu arada da Nisan ayında Ermenilerin sabotaj ve silahsız ahaliye saldırıları başladı. Bu yaygın Ermeni davranışları, bir tehciri gerektirdi ve bunların Suriye ve Kuzey Irak'a yerleşmelerine gayret edildi. Ruslar Van ve Malazgirt üzerinden yürürlerken, Ermeniler bu birlikler içinde bir kasap gibi yer alıyorlar, yaptıkları soykırım ve gösterdikleri vahşet müttefiki oldukları Moskof'u bile çileden çıkardı. 22/Temmuz/1915'de başlayan Osmanlı kuvvetlerinin mukabil taarruzu bunlara büyük kayıplar verdirdiğinde Karaköse'nin Kuzeyine sürüldüler. Van ve Malazgirt bu arada istirdat olundu yâni kurtarıldı.
Irak cephesinde 12/nisan/1915'de Süleyman Askerî Bey ki bu zat, teşkilât-ı mahsusanın önemi büyük kimselerinden-di. Basra'yı istirdat için yerli asker ve aşiretlerin verdiği muharipleri toparlayıp Şuaybiye'de İngilizlerle dövüştü, iyi bir eğitimden geçmemiş derleme birlik dağılı verdi. Bunun üzerine Kut'ülamare'ye çekilindi. Burayı da ele geçiren General Tovsehend oradan Bağdat'ı almak iştahıyla sıcak dönemi geçirdikten sonra Eylül nihayetinde Dicle vadisi civarında Selmanpak'a ve Fırat vadisinde de Nasırîye'ye sokuldu. Burada yeniden tanzim edilen 45.Osmanlı tümeni, Seîmanpak'a yetişti pek kanlı bir savaştan sonra 26/Kasım/1915?de İngilizler çekilmek zorunda kaldı. 8/Aralık/1915'de General Tovhesend Osmanlı birliklerinin muhasarasına maruz kaldı. Buradaki kuşatma beş ay gibi uzun bir zaman sürdü ve Tovshend 23/Nisan/1916'da 13 bin savaşçısı ve kendi dahil beş generalle birlikte teslim oldular.
İngilizlere yardım için görevlendirilen Rus birlikleri ki süvari tümeniydi bunlar, İran'ın içinden geçip, Bağdat'ın kuzeydoğusundan Hanikin mevkiine geldiği öğrenildi. Buraya sevk olunan 13.Kolordumuz, önüne kattığı Rusları İran'ın Hame-dan bölgesine kadar püskürttü. Daha sonra Kazvin'de İngilizleri iyice ezme plânları yapılırken, gücünü 95 bin kişiye yükselten İngilizler tabiiki 17 bin mevcudlu Osmanlı birlikleriyle ezilemezdi. Nitekim Felahiye bırakıldı peşinden de 11/Mart/l917'de bahse konu İngiliz birlikleri Bağdat'ı işgal ettiler.
Sina/Filistin cephesinde 2.Kanal harekâtı hazırlıkları başlamışken, Mekke Şerifi Hüseyin isyan etmişti. Bu adamı Ab-dülhamid dâima dersaadetde tutmuş bölgesine göndermez ve de hiç itimat etmezdi. Avlonyalı Ferİd Paşa, 2.Abdülha-mid'den Şerif Hüseyin'e hiç iltifat edil- mediğinİ dile getirdiğinde padişah yeteri kadar alakalandığını söyliyerek mevzu-yu kesmişti İttihatçılar ise baştacı yapıp onu Hicaz'a göndermişlerdi.
Hüseyin'in bu isyanlarını teskinle 4.ordunun bazı birlikleri vazifelendirilmişti. Hicaz Krallığını ilân eden Hüseyin tabiiki bunu İngilizlerin himayesine güvendiğinden yapmaktaydı. Bu arada Seyid İdris'de Asir'de ayaklandı, Yemen ise İmâm Yahya'ya bağh kaldı. Bu arada da 7.kolordu lojistik bakımdan destek görememekte, Anavatan'dan uzak ve yardım göremez durumda kalmıştı. Buna rağmen 7,kol-ordu bütün zor şartlara rağmen Medine-i Münevvereyi, Asİr'in Kuzey bölümünü ve Yemen'i savaşın sonuna kadar kontrolunda bulundurmaya muvaffak oldu. Teslim ancak 23/Ocak/1919'da yapılan Mondros mütarekesi sonunda oldu. Hemen belirte-limki, 1917/Şubat ayında Hicaz seferi komutanlığına M.Kemâl Paşa'nın atanmak üzere geldiğini görüyoruz. Paşa, vaziyete bakıp, buranın savunulmaya değil, boşlatılmaya ihtiyacı olduğunu ileri sürdüğü görüldü. Enver Paşa tarafından da kabul edilen bu fikir, mânevi bakımdan uygun olmadığından tatbik edilmedi. Fahreddin Paşa'nın İki Cihan Serverinin huzurunda, "Seni bırakamam Ya Resulellah" feryadı buna yeterde artar bile. Ancak Mustafa Kemâl Paşa'da bu göreve tâyin olunmadı
1.Dünya savaşının sonunda 1908'de ilân edilen meşrutiyetten sonra Osmanlı devleti büyük bir çalkantıya girdi. Sultan Hamid'i tahtdan uzaklaştırdıkları, 27/Nisan/1909'dan sonra bu çalkantılar bir felâkete dönüştü. İki balkan harbi eski payitaht Edirne'nin düşman eline geçişi, yapılan Bulgar mezalimi, sonunda cihan harbi geldi çattı.
Enver Paşa'nın uyguladığı ordu içi tensikat ve tekaüdliğe dâir icraatlar yapmak suretiyle gençleşmiş bir zabıtan kadrosu kurdu bununla girilen cihan savaşı, Ruslar ve Yunanlılar hâriç elli yıldır savaşmamış dolaysıyla yıpranmamış avrupa devletleriyle yapılmaktaydı. Bizim 12 bin kilometre uzunluğu olan hudut boyumuzda, Rus, İngiliz, İtalyan, Bulgar ve Yunanlıların doğrudan doğruya, diğer düşman devletlerin de dolaylı saldırılarına hedef olmaktaydık. Bu çok geniş alanın haylice fazla bölümü ne tren nede modern yollara mâlik olmayıp, bîr çok yerinde nakliye deve ve eşeklerle yapılı yordu. İklim ise hayli değişik, ülkenin bir tarafında sıcaklar hüküm sürerken, diğer tarafında asker melbusat yetersizliğinden ve havanın soğukluğundan donarak şehadet şerbetini içiyordu.
Azınlık ve ırkî ayrılıkları 19.asırdan sonra daha te'sirli olarak yaşamak mecburiyetinde kalan Osmanlılar, bağımsızlık arzularını yeşerten bu tuzağa düşmüşler* Kürtlerde dâhil bağımsızlık derdine düşmüşler bunda başarının Osmanlı ordularının mağlubiyetine bağlı olduğunu temenniye kadar gidenler olmuştu. Hâttâ İngilizlerin, desteği ile Molla Mahmud Barzenci, Süleymaniye'de bir Kürt devleti husule getirmişti. Arnavutlar'da bunlardan geri kalmamıştı. Ermeniler ve Rum Pontus devleti çalışmaları yapılmakta idi. Osmanlı ordusu yedi düvele sekiz cephede verdiği mücadeleyle dünya savaş târihinde bir ilke imza atmıştır. Bunlar Kafkasya, İran, Irak, Sina, Suriye. Çanakkale ve aynı günlerde Galiçya ve Romanya'da olmasıdır.
Şimdi "bu savaş İle alakalı olarak aşağıdaki bilgi ve dokümanları tetkikinize sunuyoruz. Bu beyanın Sultan Hamid'İn şifre kâtibi olan Mehmed Selahaddin Bey'in mütalasi olduğunu da zikretmiş olalım.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Almanlar Galip Gelselerdi Paz Ocak 11, 2009 6:25 pm
Almanlar Galip Gelselerdi
Almanya ile ortak olarak girdiğimiz savaşda maazallah bunlar galip gelseydi, ülke bunların esiri durumuna düşüp, hududlarımıza bir zarar gelmeyecek olsa bile vatanın evladından bir haylisinin kaybolduğu gerçekleşecekti. Ayrıca da milyonlarca lira borca gireceğimiz kesindi. Bizim görüşümüz ise, İngiltere devletinden bizim istiklâl~i tâmmemizi ve mülkümüzün bütünlüğünü temin edecek vesikayı istihsal edip, savaşda bitaraf kalmayı tercihdi. Ancak çok mecbur kalındığında ise İngiltere ve müttefikleri yanında harbe iştirak etmek doğru olurdu. Bu düşünceye kasten hiç yanaşmayan ittihatçılar bu yüzden de asla yakalarını bu fecî me'suliyetten sıyıramazlar. Turan sevdasının ham mey vesiyle milleti iğfal eden bu caniler bölüğü, "Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olduk" darb-ı meseli gereği vatanımızın kısm-ıâ-zamını kayıp ettirmişlerdir.
Böylece de muazzam ve muhteşem Osmanlı Devletinin parça parça olmasına sebebiyet vermişlerdir.
Biz; ülkemizde çok konuşulan Arab ihaneti üzerine, yukarıda geçmiş bölümlerde temas etmişizdir. Şimdi, Cemâl Paşanın bu hususdaki davranışlarını ortaya koymaya çalışan ve bunu efkâr-ı umümiyeye tamim eden Şerif Hüseyin'in bu tamimini hâvi beyannamede yukarıda adı geçen zâtın "Bildiklerim" adlı eserinden Osmanlicadan sadeleştirilerek ve lâ-tinize edilerek alınmıştır.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Hicaz Meselesi - Şerif Hüseyin Paz Ocak 11, 2009 6:26 pm
Hicaz Meselesi - Şerif Hüseyin
Mekke-i Mükerreme Şerifi devletlü, siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hz.Ieri ittihatçı reis erinin bilinen zulümlerinden bizar olan Hicaz ahalisini kurtarmak için kıyam edip, bütün İslâm âlemine hitaben aşağıda tercümesini vereceğimiz iki arabça kıta ile Hicaz'ın istiklâlini ilân edip kendini Hicaz Meliki unvanı altında tanıttıktan sonra bu ittihat ve terakki cemiyeti yüzünden devlet-i Osmaniye'den ayrılmıştır.
"Mekke-i Mükererrie Emirî devletlü siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hazretleri Tarafından Neşrolunan Arabca birinci beyannamenin suret-i tercümesidir"
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Bismillahirrahmanirrahim Paz Ocak 11, 2009 6:27 pm
Bismillahirrahmanirrahim
İhvanı müslimiyne umumî beyannamemizdir: ''Rabbena iftah beynena oe beyn kavmina bilhak ve ente hayr elfâtl-hin"
Târihe vakıf olanlarca malumdur ki; istâm camiasının tev-hid ve takuiyesi maksadıyla islami emir ve hükümlerden olarak deolet-i âliye-i Osmaniyeye ilk önce tâbi olmayı kabul edenler Mekke-i Müfcerreme emirleridir.
Selatini alî Osman padişahlarının (Kitabullah) ve (sürtnet-i Resulellahı) icra ue tenfiz ahkâmı hususundaki temes-sükleri ve bu hususda ifna-i vücud etmeleri (kendilerini helak edercesine gayretleri) dolayısıyla geçmişdeki emirler tabi olmağa devam ettiler. Hâttâ 1327/1909 senesinde bizzat arablaraan teşkil olunmuş bir kuvvetle arab üzerine hareket ederek devlet-l âliyenin şeref ve haysiyetini muhafaza için ibahenin muhasara etmesinden kurtarmaya çalıştım.
Ertesi sene aynı maksadla oğullarımın birisinin kumandası altında olarak o hareketi yapan* ve herkesçe bilinen ue görülen yüce yoldan ayrılmadım. İttihad ve terakki cemiyetinin zuhuru ile umûmu devlete el koyması ve kötü idaresi sebebiyle içde ve dış da, karışıklıkların çıkışına yine herkesin bildiği gibi birçok savaşa sebeb olduğundan devletin büyüklük ve şerefini haleldar etmiş hele şu son savaşa lüzum yokken girmesi de devleti toprağa görmekten başka bir şey olmayıp, izaha dahi lüzum yoktur. Bu yapılanların ne gibi de-nî bir maksadla yapıldığını izaha, hisslyat-ı hâsenemiz mâni olduğu gibi umumî ehl-i islâmın, islâm devleti hakkında fütur getirip yeis ve kedere düşmüş olduğunu görmek isteme-diğimizdendir.
Bekaİ memalik de kalan müslüman ahali ve garyi müs-limlerin bir kısmını asmak su etiyle idam diğer kısmını vatanlarından nefyedip, Osmanlı ile alakalı rabıtayı kaldırıp herkesi canından ve malından mahrum bırakmışlardır.
Arazi-i mukaddese ahalisinin bu son savaş sebebiyle; içinde bulundukları sıkıntı o dereceyi bulmuştur ki; mutavasıtı hâl (orta halli) olan bir insan evinin kapı ve pencerelerini bütün eşyasını sattıktan sonra taam tahtalarını (yemek sofralarını) dahi satmağa mecbur olmuşlardır.
İttihatçılar bu kadarını da yeterli görmiyerek saltanat-ı se-niyei Osmaniye ile bütün müslümanlar arasında rabıta sebebinin yegânesi olan "Kitabullah" ve "Sünnet-i Seniyye"yİ ihlâle tasaddi (teşebbüs) edip İstanbul'da sadnazam ve şeyhülislâm ve ulema ve vezirler ile ayan gözleri önünde intişar eden "İctihad Gazete"si Siyer-i Nebevî'yeyi şen'î tâbirlerle tahkirden çekinmediği gibi itirazlara uğramadığından cüret alarak Nusüs-u Kur'ânî yeyi kaldırmaktan çekinmemiş "el-zikr misi haz Ula nasibiyn" âyeti kerimesini istihfaf (alay) ederek tesavi-i mirası (mirasda eşitliği) terviç eylemiştir.
Bunlara zamlmeten islâmın beş rüknünden büyük bir rüknünü yıkmaya kalkışmışlardır ki: güya Rus ordusu karşısında harb eden askere benzetilmek üzere Mekkei Mükerre-me de ve Medine-i Münevvere de ve Şam da bulunan islâm askerinin Ramazanda oruç tutmamaları lüzumunu delillerle bu babdaki "femenkâne minküm mariyzan ev âla sefer" âyet-l celilei sahhasını tahrifden ve buna benzer bir çok esa-sat-ı islâmiyeyi yıkmak ve münkeratı seçmekden çekinmemişlerdir.
Şevketli Sultan-ı muazzam hz.lerinin bütün hukukunu gasb ile mabeyni hümayunlarına (sarayına) bir başkâtip ve bir başmabeynci seçmekden menettikleri gibi ammei müslimiynin işlerine bakmak hakkından mahrumiyetle hiafetten ıskat etmişlerdir ki bütün müslümanlar bu şen'i yelten uzakdırlar.
Bu seran, gayri meşru işler karşısında hüsn-ü teuilleriyle cahillikleri tahmin olunamaz. Âlemî islâm İçine tefrika ue ihtilaf tohumları eklemek maksadıyla yapılıyordu.
Osmanlı devletinin işlerinin idaresi Enver Paşa, Cemâl Paşa ve Talat bey (Paşa)'in ellerine geçtiği sırrı meydana çıktığında her şey artık onların tasvibine bağlı olduğu görülmüştür. İstediklerini yaparlar, dilediklerini işlerlerdi.
Buna en basit delil, Mekke şer'ı mahkemesi kadı'sına gelen bir emir de, kadı huzurunda şehadetleri isimleri hakimde yazılmayan tezklyenâmelerin kabul edilmemesini istemekte-dirki: Sure-i Bakarada apaçık "tezkiyei beyn el müslimiyn" keen lemyekün sayılmıştır.
Bunlar bir tarafa arabların fazıl ve islâm büyüklerinden: "Emir Ömer el Cezain, Emir Arif el Şihabi, Şefik bin el Müeyyed, Şükrü bin el Aslı, Abdülvahhab ve Tevfik bin el Bisat, Abdülhamid el Zöhravî, Abdülgâni el Arüsî" gibi zevatı bir anda asarak idam etmeleri en katı kalbe sahip olein kimselerce bite yapılması zor görülen bu işi yapmada bir nev'i özür bulsak bile her türlü cinayetden ari ve beri olan umum aile efradının kadın ve erkeğinden en küçük çocuklarına varıncaya kadar; vatanlarından, sürgüne gönderilmek sureüyle musibetleri üstüne daha büyük bir musibet ilâve olunmasına ne mâna verilir?
Aile reislerinin her ne ile olursa olsun idam edilmeleri cezası tahribine kâfiyken ikinci defa cezalandırılmalarında mâna bulunmadığı pek aşikârdır "ve lâ tezirue ezret ve zer ahra" âyeti celîtesi kafi bir delildir. Hadi bu ikinci cinayetide bir mazeret-i siyasiyeye atfedelim. Reislerini kaybeden ailelerin mal ve mülkünden yapılan müsadereye ne demek icâb eder? Bu efâl ve harekâtta tahammül etsek bile meşhur rnü-cahid "Emîr Abdülkadir elCezairî"nin kabrine yapılan hakaret ve pislemeler ne mâna bulunabilir?
İttihatçıların ef'al ve harekâtından bazılarını zikrederek İnsanlık dünyası ve bütün ehl-i imân bu hususdaki hükmü versinler Bunların islâmiyet hakkındaki itikadının ne mertebede olduğunu anlamak için de Mekke ehlinin istiklâl talebimle ayaklandığı sırada askerlerinin Kale-i Ecyad'dan, müs-lümanlann kıblesi ve kâbe-i muvahhidin olan Beytullaha attıkları toplardan çıkan İki mermiden birisini Hacerülesved'in bir buçuk arşın (90 cm) üstüne diğeriyse üç buçuk arşın (ikibuçuk metre) uzağına tesadüf ettirmişlerdir. SetreA şerife (Kabe örtüsü) ateş aldığından bütün halk, Kâbe-i Muazza-manın kapısını açarak ve üstüne çıkarak yangını söndürmeğe mecbur olmuşlardır.
Bununla iktifa etmeyip devamlı Makam-ı İbrahim ue Mes-cid-i Şerifi hedeflemekten çekinmemişler ve günde üç-dört kişinin katline sebeb olduklarından günlerce bütün halk mescide yanaşamamıştardır. Mescid ve Kâbenin hürmet ue tazimine mukabil, istihfaf ve izdirae (hakir görme) ile mukabele eden bu makule adamların neye müstahak olduklarını Şark ve Garb müslümanlarmın hükmüne bırakırız.
Evet! Bu izdim (hakaret) ue istihfaf (alay etmenin) hükmünü islâm âlemine bırakıyoruz. Lâkin d'ın-i is lamın ve komitemizin kiyâni (merkez)'ni ittihatçıların eğlencesi olarak bırakamayız. Cenab-ı Hakk kuvvetimize intibah ue yakaza (uyanıklık) ihsan buyurup, kendi mesaisiyle istiklalini temin edip, musallat olan ittihad-ı memurin e kuuvasından memleketi tathir (temizleme) ettikten sonra hiç bir kuuoei hâriciyenin te'sirine istinad etmiyerek, istiklâl-i tamme ue mutlak Ue müstakil olmuşlardır.
İttihad ue terakki mütegallibelerinin çevri ile feryadlar içinde kalan memalikden ayrılarak nusrat-t din-i islâmı ue ilâe kelimetullah hedefi dahilinde ileri doğru harekete başlamıştır. Şeri'at-i islâmiyeye mülayim ve muvafık hertürtü fen ve ilmi almaya medeniyet yolunda ilerlemeye azmücezm eylemiştir.
Ümmid ue rica ederizki bütün âlemi islâm kardeşlerimiz edayı vâcib için vâki olan şu hareketimizi teeyyüd-ü uhuvvetle takviyyet buyurarak bize müşariket ederler ue vâcib gördüğümüz bu hâlin edasına yardım ederler.
Ellerimizi Cenab-ı Rabbel âlâya kaldırarak teufik ve hlda-yetiyle bütün islâmlar için hayırlı olmamızı "Rasul mâlik el-üehhab" hürmetine istirham ederiz, (oe hüoe hasbina oe ni-am elnasîr) Emir ve Şerif Mekkei Mükereme
Hüseyin bin Ali fi:25/şaban/1334-(28/haziran/1916)
Şerif Hüseyin'in 2. Beyannamesi BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM fane tevleüa eşhedva ba na muslemun"
Birinci beyannamemizde izah edilen sebeblere binaen kıyam eden Hicazlıların amal ve efkârımızda bazdarca tered-düd hasıl etmesi ihtimalini def içinefazıtı ilmî ue bilhassa müslümana karşı bu ikinci beyannameyi dahi neşre ve ilâna lüzum görerek daha vazıh daha sarih daha karib elahd me-vad ve delail iradıyla maksadımızı tamamen teşrih ediyoruz.
Şöyleki ehl-i İslâmm bilcümle akıllısı ve gerek Osmanlı te-basmm ashabı basireti ve gerek umumi aktar-ı âlemin er-bab-ı fetaneti devlet-i Osmaniyenin; harb-i umumi düvele dâhil olduğuna esbabı âtiyeden dolayı razı değillerdir.
Birincisi" dâhili sebeblerdir. O da devlet-i Osmaniyenin Trablusgarb ve Balkan savaşlarından pek yakında çıktıklarından askeri kuvvet ve mâli hasarın çok olması, merkezi istinadı olan millet bir hayli zayıflamıştır. Esasen Osmanlı milletinin ferdleri askerlikden memleketlerine döndükte ehli ayal için çalışmağa başlar başlamaz alelacele tekrar hizmet-i askeriyeye istenilmesi bu millet için daimi bir felâket ola gelmiştir. Bilhassa harb-i umumî hazıra, diğer harblere kıyas edilemez korkunç bir şey olduğundan zayıf bir millet üzerine tahmil edilen masarif böyle korkunç bir harbe millet-i Osma-niyeyi sevketmek akıl kârı değil idi. İşte devlet-İ Osmaniyenin bu harbe girişine akıllı müslümanlann razı olmamalarının bir mühim sebebi bu idi.
İkinci sebeb hârici olup, ittihatçı hükümetin savaşan iki saf halindeki devletlerden seçmiş olduğu tarafa aitdir. Devlet-i Osmaniye bir devlet-i islâmiye olup dünya haritasında işgal ettiği yer, geniş ve sahilleri çok olduğu için eskidenberi "Ai-Î Osman selâtin-i azam"m meslekleri icâbı tabasının büyük kısmı müslüm-an ve denizlerde hâkim olan devletlere meyi! etmesi siyasetine daha uygundu.
Hükümet-i ittihadiye ise bu eski siyaseti terk ile ahalisine nisbetle memleketi dar olan ve bu yüzden hayal ve taamı geniş olan tarafla beraber harbe girince basiret sahibi müslü-maniar beklemekde olan kötü neticeyi görerek ittihatçıların bu hareketini uğursuz gördüler.
Hatta harp hakkındaki fikrim telgrafla sorulunca, tarafımdan ber veçhi meşruh muktezası yapılmıştırki cevaben çekiten telgrafda devlete karşı taşıdığım hulusu niyet ve sadaka-tıma ve nâmus-u islâmın korunması fikrime bir delildir
İşte bizim vaktiyle dediğimiz gibi korktuklarımız zuhura başlamıştır. Bugün devleti âliyei Osmaniyenin Avrupadaki surları takriben İstanbul surlarıdır.
Rus ordularının talii Sivas oe Musul vilâyetlerinde ahali-i Osmaniyeyi çiğnemeye başlamıştır.
İngilizler dahi; Bağdat ve Basra vilayetlerinin bir kısmını işgal ettiği gibi Badiyet elAriş'de binlerce Osmanlı esirini önünde sürüp götürüyor. Şüphe yoktur ki; bu ahvali düşünmek, devam etmekde olan harbin neticesini kestirmeye çalışanlar zihinlerini yormaksızın şu neticeye vâsıl olurlarki bizim için iki şıkdan birisini seçmekliğimiz zaruridir.
Ya harita-i âlemden silinip mahvolmak yahud bu mahvo-luşdan kurtulmak çâresini bulmak. Bu babda teemmül ve lâzım gelen cevabı verme hususunu bütün âleme terk ederiz ve deriz ki mehalik (tehlike) memâliki (ülkeyi) kuşatmadan önce yaptığımız kıyam uygun ve kıyamımızın meşru ve uâ-cib olduğu her yönden iddia olunabilir."
Şerif Hüseyin'in bu iki beyannamesinde var olan bazı hakikatler onun ihanetini ortadan kaldırmaz,zâten son nefesini verdiği Kıbns'da Ölüm döşeğindeyken bu ihanetini muterif olduğu yâni itiraf edip, Mevlâ'mıza iltica ettiği hatıratlarda da yer almaktadır.
Şimdi de, Şerif Hüseyin'in beyannamelerinin hemen altına aşağıdaki bir redif binbaşısının kaleme alıp, risale hâlinde yayımlandığı, "Beka-ı Osmaniye" adlı düşünce mahsulü risalesini, Osmanlıca'dan lâtinize edip, tetkikinize arz ediyoruz hemence de şunu ilâve edelimki, Beka-ı Osmaniye terkibinin mânasının Osmanlı devletinin devamı, yâni yaşamasına çâre arama fikir jimnastiği olarak bakmanızı hatırlatırım. Şerif Hüseyin, yanlış işe ihanetle mukabele ederken, bir redif zabitimiz nasıl geleceği sağlam zemine oturtma yollarını araştırıyor, dikkatle okuyalım.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Beka-İ Osmanjyye Mütalaası Paz Ocak 11, 2009 6:27 pm
Beka-İ Osmanjyye Mütalaası
Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risâlesindeAnadolu kıtasının (topraklarının) Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğünü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rusya'nın pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstesna bir haileye (engele) hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıtalarının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldın hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-i müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Osmanlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demektir.
Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupay-i Osmani ve Asya-i Osmaniye'nin ve İki büyük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak münasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berren ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuvvetli) bir hasmın taarruz-u ciddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen hâl-i muhasarada kalmağa salih (uygun) bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine İcra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sekte-i dimağa uğramış bir malûl vücuda benzeyecekdir.
Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan İstanbul'da bulunuşu öyle bir zaman için ne derece bâis-i felâket olacağı müstağnı-i beyandır. Bir hükümet (devlet) dâima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (geçen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve memalik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkede ki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, dü-vel-i mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime) uğramak mecburiyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz ciheti, taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; Muhtasaran beyan olunduğu üzere, hükümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-i coğrafiye itibarıyla emîn bir istinadgâha mâlik değildir.
Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirmi.
Memâlik-i Osmaniyye son asırda avrupa büyük devletlerinin rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur. Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilmesi zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilir ki şark'daki. niyeti siyasi ve iktisadi menfaat rekabetine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıl mümkün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i mütte-fika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını yapabilecek olsun.
İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faaliyetleri buna inzimamen Rusyanın, Osmanlı devleti hakkındaki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha plânları ile olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Osmanlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince Paz Ocak 11, 2009 6:30 pm
Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince
Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletlerine karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya, gerek şimdi, gerekse istikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devleti de aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaşmaları uygun olup, siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avus- turya ve Almanya'ninda siyasi menfaatlerine uygun geleceği tabiidir.
Ancak bunlarla yapılması tasavvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devletinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve idarei dahiiiyei intizamiyesini düzeltememesi ve avruparun dört büyük devletinin bunu önlemesi, öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi arzularının ihtiraslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına hükümetin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor.
Eğer özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka tâlib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın himayesini istemek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanımız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs etmeyeceği gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletlerin üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekli ne varacağı bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendilerini tehlikeye sokmaktan başka bir netice veremez. Görülen vaziyete göre Osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil olmak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya imkân göre miyor.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı? Paz Ocak 11, 2009 6:31 pm
Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?
Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve tevessül etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:
1) Cezire't ül Arabın yâni Arabyarımadasmin Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne dayanak olacak sağlam bir şekle taşınması
3) İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hilafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Esbâb-I Mücıbeler Paz Ocak 11, 2009 6:32 pm
Esbâb-I Mücıbeler
1) Arapyarım Adası Osmanlı devleti için istinadgâh olarak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir İdareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık değildirler. Yanmada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir cihangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da barınamamışİardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ederek, Çin hududundan, Fransa hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri taşıdikları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş, Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu yarımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak seçiimesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temininin hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız devlet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.
Yukarıdaki satırlarda beyan olunan Esbâb-i Mucibe ara başlığıyla 1. sebebi yazmıştık.
2.ye gelince; Sâadat ailesinin hanımlarıyla izdivaç yapılmasından maksat: Osmanlı hânedan'ının, kudsî bir hanedan olan Nebîzişan Efendimizin hanedanıyla akrabalık tesis ederek, istikbalde Halife olacak Osmanlı padişahları, anne tarafından bu süîâlei tâhire-i Nebevî'yeye, baba tarafından da hânedan-ı Osmaniye'ye intisaplarını temine dönüktür Bundan da maksat, Arap Yarımadasının insanları olan Arap kardeşlerimiz arasında hilâfet-i Arâbiye gibi gerek kendileri için gerek bütün âlem-i İslâm için pek büyük bir felâketi ve izmihlali intaç edecek bir mesele-i mühlikenin (tehlikeli meselelerin) zuhuruna meydan vermemek ve millet-i İslâmiy-ye'nin pek mühim birer rüknü, pek mühim bir muhteremi muazzam-ı biraderi olan Arap ile Türk'ün birleşmeyi kuvvetlendirmek, uhuvveti (kardeşliği) ve bu suretle bütün âlem-î İslâm'ın yaşadığı zillet ve'hâli hazırdaki esaretten kurtulmayı temin içindir. 3.ye gelince; İstanbul' dan başka ikinci bir payitahtın kurulmasından maksat budurki: Yukarıda Osmanlı ülkesinin vaziyet-i coğrafyası hakkında beyan ve izah olunduğu üzere Dersaadet, Avrupa kavimlerinin deniz ve kara yoluyla üzerinde kuvvet toplayabileceğini gördüğümüz ve Osmanlı hududunda son zamanlarda meydana gelen değişiklikler savaş noktai nazarından başşehir olarak seçilmesine uygun bir mevkii sayılamaz.
Bununla beraber üzerinde taşıdığı vasıflarıyla rnülkiyevi meziyetleri, bazı ehemmiyyetli siyasi düşüncelerden dolayı da başşehir olarak kullanmaktan vazgeçilemez. İstanbul; gerek kara gerekse deniz gücü bakımından üstün olan bir düşmanın dâima tehdidine maruzdur. İstanbul; düşman bir devletin ordu ve donanması için hemen hedef alınması ve buna müsait bir mevkidedir. İslâm siyaseti açısından da İstanbul, gerek hilâfet merkezi gerekse Saltanat merkezi olmaya uygun bir yer değildir. Savaşın olacağı göz önüne alınırsa, İstanbul'un devletin beyni olarak bulundurulması bu devletin faaliyetine mahsus 2. bir payitah tın tesisi (münasip bir zamanda) lâzımdır.
Kurulacak bu 2. başşehrin yeri en önce her bir ihtimâle karşı savaş tehlikesine maruz kalmayacak bir bölge içinde bulunmalı. 2.olarakda, dayanılacak yerin seçilmesi düşünülen ve temenni edilen, Ceziret'ül Arap'ın siyasî ve idâri rabıtasının Makam-ı Hilâfet-i üzmâya takviye teminine yâni İslâm siyaseti bakımı dan uygun, tesir-i kuvvetli korumalı bir yerde bulunmalı.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Vakti Kaybetmeye Gelmez Paz Ocak 11, 2009 6:33 pm
Vakti Kaybetmeye Gelmez
Aleyhimizdeki umumi Siyasete Bir Bakış: Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletine gerek fikri gerekse tecavüz edici olmasının küçük meseleleri sarf-ı nazar edersek esas itibarıyla üç sebebe dayandığını görürüz.
a) Bir İslâm Devleti olmamız ve Makam-ı Hilâfet-i temsi! etmemizdir.
b) Osmanlı akıllılığının imrenilecek derecede meziyetlere fevkalâde sahip olması
c) Osmanlı Devletinin zayıf düşmesi İtiraf etmek icâp eder ki yukarıda söylediğimiz üç sebep bizde mevcut oldukça ve buna bir çâre bulamadıkça tehlikeden kurtulamayız.
Bu çâreyi batı' da aramak yâni Osmanlı' nın siyasi hayatının devamını temin etmek için Avrupalılardan muavenet yâni yardım beklemek, onlardan insaf ve merhamet beklemek, tıpkı mütecavizler arasında bir ümid aramak gibi yalnız kalmış bir duhteri dâlfirib'e yâni bir genç kıza, her biri teca-vüzkârane el uzatmak isteyen ihtiras sahiplerinden, daha doğrusu güler yüzlü düşmanlardan birini bırakıp diğerinden istimdâd etmeğe benzer.
Vakit kaybetmeye gelmez. Şu hâli pürmelâlimiz bile bizim için bir fırsatdır. Bu fırsatı kaçırmayalım. Arkamızda metruk ve metrukiyetinden âdeta bize mazır kalmış, yâni ekşi kalmış fakat mühim bir dayanağımız olabilecek güç var. Bunu ha-yatımızı kurtaracak bir şekle sokmaya gayret edelim. Yoksa bu firsatda elden giderse pişman olmak fayda vermez. Nâmusu milliyesi olan, bunu nazar-1 dikkate almalıdır. Netice-ten deriz ki; Arap Yarımadası dayanağımız olacak şekil de kazanılmalıdır.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Ceziretülarab Dayanak Olarak Nasıl Kazanılır? Paz Ocak 11, 2009 6:33 pm
Ceziretülarab Dayanak Olarak Nasıl Kazanılır?
Yukarıda sorduğumuz soruyu cevaplamak şu tedbirleri ileri sürmekle kabildir.
a) Siyaset-i İslâmiye propogandasının yapılması ve bunu temin içinde ilmi ve siyasi işlerle uğraşacak bir cemiyet teşkil edilmelidir.
b) Arap yarımadasında yaşamakta olan insanların sosyai ve içtimai durumları göz önüne alınmak suretiyle onları rahatlatıcı, memnun edici bir idarenin temini
c) Hilâfet ve başşehir meselesinin yukarıda anlattığımız gibi düzenlenmesinin gereğine tevessü! edilmesi.
Bu üç maddeden ibaret siyasi tedbirler ve idarî çâreler için herhalde izahata lüzum yoktur. Bunların kapsadığı mâna erbabınca apaçık anlaşılır.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Ittıhad-I İslam Hakkında Düşüncelerin Mütalaası Paz Ocak 11, 2009 6:34 pm
Ittıhad-I İslam Hakkında Düşüncelerin Mütalaası
İslâm hilâfet makamının sahibi olmak demek, İslâm milletini koruma vazifesiyle mükellef olmak demektir. Aslında insanların mühim bir kısmını teşkil eden müslüman kavimleri esaretden kurtarmak, beşerî hukukdan nimetlendirmek medeniyet ve insaniyet açısından şerefli ve pek büyük bir hiz-metdir. Osmanlı devletinde meşrutiyetin ilânından sonra bir fikir yükselmesi oldu. Bu da ittihad-ı İslâm fikridir. Bunu tak-dis ve uygun bulmamak bir hissizlik, bir mevcudiyetsizliktir. Kahramanlık düşmanlara galip gelmekledir.
Madem ki biz Osmanlılar; îsfâmı koruyanlar nâmına sahibiz bunun icâb ettirdiği vazifeyi zor da olsa yerine getirmeyi namus borcu bilmeliyiz. Ancak bununda yolu vardır. Yolunca yordamınca hareket edemezsek, müslüman milletleri hâttâ kendimizi daha fazla sıkıntılara, zararlara duçar ederiz. Malumdur ki;mahkûm bir milletin hukuk-u hâki miyetini kurtarabilmek için:
a) O milletin hukukuna sahip çıkması hususunda uyandı-rılması lâzımdır.
b) İhtilâl âletlerinin tedarik edilmesi lâzımdır. (Kansız ihtilâl olmaz. İhtilâlsiz hâkimiyet alınmaz.)
c) Dayanılacak görünen bir kuvvete sahib olmak lâzımdır.
Rusya, Çin, İran topraklarında yerleşmiş olan Türkler'de bir uyanmaklık alametini hamdolsun göstermeğe başaldılar. Bunun çoğalıp yayılmasına şimdiden çalışma ve gayret göstermeliyiz. Söz konusu kavimlerin kurtulması için dayanacakları kuvvet ve devlet Osmanlı Devletinden başkası olamaz. Osmanlı devletinin bu vazifeyi yapabilmesi yukarıdan beri saymaya çalıştığımız düşünce ve fikirleri Arap yarımadası insanlarını kazanmakla olabilir.
Özetlersek; gerek Osmanlı Devletinin siyasi hayatta var olabilmesi, gerekse İttihad-ı İslâm fikrinin nazariyeden, tatbikata geçebilmesi için Arapları istifade edilecek bir hâle getirelim. Yoksa istikbalimiz karanlıktır. Ey muhterem okuyucu; feryadım ve istirhamım şudur ki, hissene düşen dini ve milli vazifeyi ifaeyleki, kendini ve ahfadını yâni gelecek nesilleri ve de kardeşlerini esaretden kurtarasın. Bu feryadı mühim-semezsen ahfadın se ni mahkûm ve târih-i âlemde seni, bednam edecektir.
Muhterem okurlarım; bu risale 1 .dünya harbinden önce yazılıp yayınlanmış olması gereken bir düşünce mahsulüdür. Din ve vatan ve de millet kavramlarını pek güzel hallihamur etmiş, adı geçen kumandanın ve o kumandanın böyle bir risaleyi fütursuzca yazıp yayımlamasının önemi ayrıca hürri-yet-i fikr ve cesaret-i medeniyye açısından da gıpta olunacak bir hususdur. Böylece kenarda köşede kalmış bir Osmanlıca risaleyi lâtinize edip meraklısının bilgisine Osmanlı Târihi içinde sunmanın bahtiyarlığı içindeyim.
Şu nakle çalıştığımız iki beyanname bize hatırlatmaktadır-ki; şeriatı mutahharai islâmiyeden güzel adetlerden olan ve arabların aynı zamanda ananatından olanlara dahi asla bir bağılık ve saygı göstermeyen ittihatçı mütegallibenin bilinen davranışları yüzünden Şerif Hüseyin kıyam ederek istiklâlini ilân etmiştir.
Yine harbin ilk döneminde en mühim ve büyüklerinden olan dolaysıyla eyâlet-i mümtaze denilen Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Kanalının kilidi sayılacak kadarmühim olan Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak edildi. Akdenizdeki adalarımız, Trablusgarp ve Bingazinin yine bunların döneminde eiimizden çıkışı kaaie alınırsa bu denizdeki hâkimiyetimiz değil, varlığımız dahi nis-yana gömüldü. Ve İttihatçı haydut çetesinin dünya haritasındaki yerlerimizin yok olmasına sebeb olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendiğinde bir cevap gelememesi icâb eder! Bu-
OSMANLI TARİHİ nurûada bu belâları görmüş nesiller on yılda memleketi yok edenleri bir daha iktidar mevkiine getirmemelidirler.Osmanlı devletinin savaşa girmesinin müsebbiblerinden Prens Said Halim Paşa kabinesi, bu savaşın neticesini harb ilânının hemen akabinde fark etmeye başladı. Uzun zaman süren münakaşa ve karşılıklı itirazın sonunda Said Halim Paşa münferid olmak üzere sulh kapısını araştırmaya teşebbüs etti. Fakat ittihatçıların o bilinen takımı buna da yanaşmadılar. Kapıların değil açılmak, çalmamayacağının dahi ihsası üzerine Prens sadrazam istifa etmek yoluna başvurdu. Fakat bu istifa pek geç ve güç geldiğinden ülkeye bir fayda temin etmedi.
Prens hz.lerinin aflanna mağruren; bu hususda birkaç söz beyan etmek isterim
Vazifelerinde hürriyet içinde hareket edemeyeceklerini pek âla bildikleri halde, niçin sadareti kabul buyurdular? Kendileri Mısır'ın en büyük prenslerinden Halim merhumun mahdumları ve elan, Mısır'da mevcud prenslerin büyüklerinden oldukları halde neden bu aslı ve nesilleri gayri malum ittihatçı haydutlarla mesai yapmaya tenezzül buyurdular? Yoksa tabiyyet ve ubudiyyet-i kadimeleri; bağlısı oldukları devlet-î âliye-i Osmaniyeye hizmet etmek mi istediler?
Bize kalırsa; hiç şüphe yokki eskiden beri var olan bağlılıkları dolayısıyla Osmanlı devletine hizmet arzusu bu ağır yükün altına girmelerine sebeb olmuştur. Mamafih Said Halim Paşa, durum ve zamanı göz önünde bulundurmamış ol-maliki ittihatçılarla beraber oldukça ve makamı sadarete onların desteği İle çıktıkça serbest hareket edebileceği düşüncesine saplanmış olabilir ki esas yanlışı buradadır. Hatta îttihatçılann elinde bir oyuncak olabileceğini dahi hesaplamamıştır.
İstidrat: "Yazar merhum Mehmed Selatıaddin Bey, her ne-kadar savaşa girilme haberini ertesi sabah alan sadrıazam, durumuna düşürülmüş olan Said Halim Paşa'ya saygılı davranıyorsada, Enver Paşa ile bir mükalemesinde,bahse konu paşanın, Mısır'ın İngilizlerin elinde olduğundan, dolayısıyla oradaki arazilerinizin endişesini taşımaktasınız yollu iğneli İfadesiyle karşılaşmış olmasına rağmen görevinden çekilme gayreti göstermişse de, çekilmeğe muvaffak olamadığını her halde hatırlayama- mış biz, daha önce yapmış olduğumuz Meulânzâde Rıfat bey'in Türk İnkılabının İç Yüzü adlı eserindeki sadeleştirmemizde metnin içinde bulmuştuk. Bu esere, pek nâdir bir hitap olan Enver bey'in bu tür nezaketsiz ve mesnedsiz beyanını ayıplıyor ve buraya dercetmeyide böylece lüzumlu gördük. M.H"
Evet; Prens Said Halim Paşa bunlardan daha önceleri ayrılmış olsalar idi, değerli şahsiyetleri, Osmanlı devletinin talihsizliğinin ifadesi olan bu karanlık sayfalarda yer almayacaklar, kıymetli fikirleri daha bir saygı ile mütalaa olunacaktı. İttihatçılar başta kaldıkları on sene içinde getirmiş oldukları sadnazamlara verdikleri emirler dışında bir icraat yaptırmamışlar kendilerinden olmasına rağmen göz açtırma-mışlardi. Neredeki onlarla olmayan Said Halim Paşa'ya bu hususda icraat serbestisi vermiş olabilirlerdi? İşte bunları Said Halim Paşa hz.İerinin sadrıazam olmadan görmesi icab ederdi. Said Halim Paşa, altes unvanlı, bir hayli zengin ve son derece münevver bir zât iken, bu tulumbacı takımının benzeri ittihatçılarla münasebetleri hiç bir mânâya sığmamaktadır. Anlaşıldığına göre Said Halim Paşa münferid sulh yapma araması münasebetiyle, Paşa ve de ittihatçılar arasındaki anlaşmazlık sadrıazamın çekilmiş bulunmasından sonra makam-i sadaret tamamen cemiyetin eline kalmıştır. Said Halim Paşa'nın münferid sulh yapma şansını arama gayretleri yüzünden, sadaret ile kabine ve dolayısıyla ittihatçılar kumpanyasının arasında zuhur eden ihtilaf diğer zevat tarafından duyulmuş bulunduğundan yine gelecek sadnazam cemiyetin haricinde bir kişi olduğu takdirde,o sadnazamda ülkenin içinde bulunduğu ahvali idrak ile, münferid sulhun arayıcısı olur ve böyle bir hâl ise, İttihatçı güruhunun koruyucusu olan Almanya İmparatoru Wilhelm'in üzülmesine sebeb teşkil edeceğinden, bu gücenikliğin vukuu bulmaması için cemiyetin öz deyişi olan, Talat Bey sadareti bizzat uhdesine almaya karar verdi.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Talat Paşanın Sadareti Paz Ocak 11, 2009 6:35 pm
Talat Paşanın Sadareti
Talat Bey; makamı sadarete geldiğinde teşrifatta karışıktılar çıkmasını önlemek babından olmak üzere Paşalık unvanı da padişah tarafından ihsan buyrularak artık Talat Paşa olarak anılmaya hak kazandı. İttihatçı ekâbirlerin arasından kurduğu bir kabineyle işe girişti. Bunların oluşu esnasında ben Mısır'da bulunuyordum. Bir arkadaşla birlikte oturmaktaydık-ki, Talat Paşa'nın sadarete tâyin olduğunu haber veren telgraf geldi. Yanı basımdaki arkadaşım pek açık bir şekilde ben âcize hitaben aşağıdaki beyiti terennüm eyledi demekte "Bildiklerim" adlı eserin yazarı, Sultan Hamid'in eski şifre kâtibi.
Beyit
"Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak Sadrazam oldu Talat cilve-i takdire bak"
Ertesi günü yine o arkadaşımla beraber olduğumuz sırada Talat Paşa kabinesini teşkil eden erkânın isimlerinin yazılı olduğu telgrafı okuduğumuzda Enver Paşamnda Harbiye nâzın olduğunu anladıktan sonra da yukarı ki beyt'in sonunu söyledi:
"Talat olmuş sadrı azam alta almış Enveri İttihadın sayesinde mülkün alt üst her yeri" Hakiykaten şu zâtın dediği gibi Talat Paşa kabinesi büyük bir sür'atle memleketi alt üst etmiştir. Talat Paşa ve arkadaşları ülkenin büyük siyasiyetçilerinden(!) ve Almanya'nın sadakatli bendegânindan olduklarından göstermiş ve gösterecekleri hizmet bakımından daha önceki kabinelerin her birinden üstündüler.
Talat Paşa kabinesine ne nâm verilmek lâzım gelir? Çünkü kabinesine bilfiil katiller ve canileri alarak icraata dahil eylemişti. Kendileri canilerin reislerinden saydıklarından böyle kişilerle dolu kabineye hükümet kabinesi demeye insanın dili varmıyor. Bunun için haydutlar çetesi başı sayılan Talat Paşa, muhtelit canilerin birleşmesiyle teşekkül eden bir kabine kurmuş olduğundan "Katiller ve Caniler kabine-i muhtelite-si" denilebilir. Bu kabine savaşın ortalarında gelmiş ve az zamanda pek büyük işler(l) görmüştür. İdam edilemeyen ve kurşuna dizilemeyen ne kadar vatanperver ile muhalifleri varsa, hepsini temizlemiş akla ve fikre gelemeyecek derecede zulümler ve cinayetler eylemişdir. İslâm ve gayri müslim bir çok mazlum seyyar bir aşiret hâline konulmuş, Trabzon-dan, Kastamonu'dan, Sivas'dan çıkarılanlar Osmanlı ülkesinin en uzak mahallerine Halep, Havran ve Kerkük çölleri gibi yerlere yaya olarak sevk ve hicret ettirilmiş ve yollarda aç-lıkdan ve susuzlukdan yolculuğun verdiği zahmetlerden dolayı yüzbinlerce kadın ve erkek ve çoluk çocuk terk-i hayat etmiş ve bir takım mazlumda bu cani kabinenin emriyle yollarda kati ve telef olunmuştur.
Rivayetlere bakılırsa öldürülen ve itlaf edilenler arasında islâm büyüklerinden, zengin hristiyanlardan ve vazifeli ruha-niyeden binlerce zatda böyle gaddarane katlolunmuştur. Ahalisini ve tebasmı bu şekilde kati ve ifna eden bu hükümetin cinayetler irtikâp etmesi selâmet-i memleket ve millet için olmayıp, çeşitli unsurların arasına ektiği aykırılık tohumlarını ve muhalefeti arttırmak ve şiddetlendirmek suretiylede milletin gelecekte ulaşacağı rahatını askıya aldırıp, hicretden istifade ederek mazlum ve mağdurların nakit, eşya ve emlâkini çete ferdleri İle fedai canilerine gasb ve yağma ettirip, cemiyetin kasasını doldurmak ve farmason ve Siyonist cemaatlerinin emir ve fasid arzularını ve de Almanya imparatoru Wilhelmin hâinane 'radelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir. Bu caniler bununla da kalmayıp ülkemizi bir hercümerc içinde bıraktıktan sonra islâm âlemine de taarruz ve tecavüzde bulunmuşlardır.
Bir tarafdan Almanya imparatorunun; fikirlerine soktuğu Turan ham hayali için cemiyet reislerinden, hâtİblerinden ve fedailerinden yüzlercesini İran'a, Buhara'ya Afganistan'a, Türkistana diğer islâmi beldelere göndermiş buralarda yerleşmiş islâmlar ile hristiyanları biribinleri aleyhine düşürerek oralarda, isyanlar ve kıyamlar çıkarmışlar ve Afrika topraklarındaki müslüman ahaliyi islamlık maskesi altında kendilerini göstererek bunları da yakın civardaki hükümetler aleyhine kıyam ettirmişlerdir. Talat Paşa'nın idaresinde bulunan İttihat ve terakki ve farmason vesair cemiyet-i hafiye mensup ve ittihatçı hükümetin adamlarının olması mümkün olmadığını pek iyi bildiklerine şüphe edilemeyen bu gibi hayaller ile uğraşmaları ve devletin milyonlarca liralarını sarfettirmeleri neden neşet ediyordu?
Yukarıda denildiği gibi şu dönemde yapılması, siyaseten kabil olmayan Turan devletinin Almanya İmparatoru Wil-helm'in ve ittihatçıların hatırı için meydana gelmesi mü m künmü idi? Bunun gayri mümkün olduğunu bizden pekâla daha iyi bilen Talat Paşa kabinesi ve ittihad ü terakki cemiyeti neden bu ham hayal ile biçâre milleti iğfal etti? Biz de bu suallerin tetkıyk ve tahkiykini erbabı zekâ ve irfan ile vaka-nüvislere havale eder ve İhsan Adlî beyefendinin Turan hakkında ittihada karşı söyledikleri aşağıdaki dörtlüğü alıntılayarak iktifa eyleriz.
Kıta
"Bir milleti vadi'i harabiye sürerken Altun dağa yükselmeli derdik sırr-ı vebalim! Dört yıl vatanın hâkini kanlarla yoğurdun Turan ne ki? Havran ne ki ey seyf-i mezâlim!
Afrika çöllerinde ve sahile hayli uzak mesafede bulunan meşayih-i kirâm-ı arabdan Şeyh Ahmed el Sunûsî hz.lerini din ve imândan uzak olarak gönderdikleri herkesçe bilinen avaneleriyle ittifaklarına davet ve islâm dünyasına hizmete çağırdılar. Hiç şüphe yok ki Sunûsİ hz.leri, bu sahtekâr dinsiz ve hayasız eşkıyanın büründüğü kisveye aldan mışlar ve müsiümanlann hâlifesi olan ve padişahı islâmiyan adına hareket etmekten çe kinmeyen bu hezelenin iğfâlatına kapılmıştır.
Nasıl olur ki, Ahmed el Sunûsî hz.leri, şeriat ve din ölçüleri dahilinde halifei müslimin olan padişahımız efendimize kalben bağlı bulunduklarından, bu davet ve kıyama ret cevabi verebilirlerdi. Ancak bulundukları durum bu şekilde bir ret yolunu seçmeğe mâni olmuş olacağından islâm âlemi adına kıyama mecbur oldular. Bilindiği gibi kıyama koyuldular ve başlatıldılar. Malum olan ittihatçı zevat pekâla bilirlerdiki bu hareket ve kıyam, devlet ve memleketimiz için bir semere ve fâide sağiamayıp, yalnız islâm ahali ve arabiardan binlerce insanın şehid olmasını sebeb olacak bu da Almanya politikasına uygun olacaktı. Nitekim de öyle oldu. Bunların iğfal ettiği Şeyh Sunûsİ hz.leri bağlılarından bulunan aşiretlerden nice insanlar şehadet şerbetini içerlerken devlet ve millete yarayacak bir sonuç ortaya çıkmadı. Bu kabine, Şeyh Sunûsİ yi geçmiş olanlardan çok daha fazla aldatarak, Almanya İmparatoruna bir cemile olmak üzere şehzade Osman Fuad Efendiyi yanında bir takım subay ve sivil şahıslarla beraber Mısır üzerinden Şeyh Sunûsî hz.ferinin yanına göndermekten de geri durmadı. İtalyanlara karşı, bu Şeyh Efendiyi harekete geçiren İttihatçılar,aynca Afrika'nın ortasında Sudan topraklarının hemen bitişi ğinde bulunan bir buçuk, iki milyon nüfusa sahip ve müstakil bir islam devleti olan Darfur Sultanlığında da, Şeyh Sunûsî hz.lerine oynadıkları oyunu sergileyerek Darfur Sultanı Ali Dinarı' yi kandırıp onu da İngilizlere karşı kıyam ettirdiler.
Darfur Sultanı Ali Dinar; bu ittihatçı çetesinin iğfali sonunda İngilizlere karşı harekete geçti. İngilizler Mısır üzerinden Dinar'ın üzerine sevkettikleri üstün kuvvetle onu hem mağlup ettiler hem de Dinar, şehadet şerbetini içdi, ülkesi ise, İngilizlerin eline geçdi. Afrika'nın ortasında sulh ve sükunet içinde yaşayan bu islâm devleti yegane müslüman devletti, uymuş oldukları ittihatçı çetenin tavsiyeleri, bunların dünya haritaâından silinmelerinin sebebi hakikisi oldu.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Sultan Hamid Ve Reşad'ın Vefatları Paz Ocak 11, 2009 6:35 pm
Sultan Hamid Ve Reşad'ın Vefatları
Biz bu çalışmayı yaparken, mümkün mertebe o dönemi yaşayan insanların, hatırat ve eşe, dosta nakledipde sonradan su yüzüne çıkmış ve ehl-i dilin tasdiklediği bilgilere daha çok ehemmiyet verdik. Bu bakımdan; Lütfi Simâvî Bey, ki Osmanlı hâriciye nezaretinde çeyrek asır vazife görüp, çeşitli makamlarda hizmet vermiş, uzun yıllar Şehbenderlik etmiş bir kimse olarak, saray adabına avrupa ülkelerinin aşinası olarak uygun bir mabeyn-ci olarak da eski hariciye nazırlarından ve sadrıazamlardan Ahmed Tevfik Paşa tarafından yapılan vâki teklifi üzerine Sultan Reşad'in başmabeyncisi olmuştur. Bu zâtın Osmanlıca Sultan Reşad'ın Sarayında
Gördüklerim" adlı hatırat türü eserinden bu vefatları ve bazı safahatı aktarmaya çalışalım. Diyorki; Lütfi Simâvî: "Fıtraten zeki olan Sultan Mehmed Reşad han mükemmel bir tahsil görmemişti. Arapçayı bir hayli okumuş ve Mevlevi târikinde yol almakta olduğundan Fars'çaya pek önem vermişti. Bu esnada çok güzel bir şekilde konuştuğu da görülmüştür. Târih'lede meşgul olup, Osmanlı târihini ve bilhassa ecdadının menkıbelerini iyi bilirdi, üç sene üç ay devam eden Başmabeynciliğim esnasında padişahın şiirle meşgul olduğunu görmedim. Bu, Çanakkale'ye dâir hünkârın yazdığı ileri sürülen manzumeyi her kim inşad etmişse bana göre padişaha hizmet etmemiştir. Osmanlı padişahları vak'a yapar, vakanüvisler târihlerini yazarlardı. İstanbul'a gelen ecnebi hükümdarların büyük askerlerinin ilk ziyaret ettikleri Çanakkale, ki kahramanâne müdafası harbi umûmîde yegâne medarı iftiharımızdır. Hünkârı oraya hiç götürmeden, Türk askerinin o mareke-i azamette ibraz ettiği hamaset hakkında kendisine şiir isnat etmek doğru bir hareket değildir." Böylece bir iddia ortaya atmış oluyor, başmabeynci Lütfi Simâvî Bey biz de, bu iddia ile sayfamızda bir değerlendirme yerine tarihçilere ve araştırmacılara bu mevzuyu haber veriyoruz.
Lütfi Simâvî Bey Başmabeyncilik günlerini anlatırken,hatıratının 88.sahifesinde padişahın fart-ı nezaketi yâni Sultan Reşad'ın yüksek nezaketi hakkında bir ifadedir bu. Diyorki: ".Terbiye-i mücesseme itlakına seza olan Sultan Mehmed Hân'ın fart-ı nezâketi vardı. O derecedeydi ki, vükelâ ve bazı zatlar ile mükalemesinde, arz ederim, istirham ederim gibi hükümdar istimali yâni kullanılması caiz olmayan tâbiratı kullanırdı buna dâir mingayri haddin haddim olmayarak maruzatta bulunarak nezaket-i hümayunun suistinal eidlebil-mesi ihtimalinden bahsettim. Birgün padişah bir zatın fik-
SÜLTAN 5. MEHMEU dan-ı terbiyesinden terbiyesinin asığından şikâyet ettiğinden, ifadei şahanelerine itirazen arz ediyordum bu hâle Efendimiz sebebiyet verdiniz bazı adamlarımızın iltifat ve nezaketi şahanelerini takdir edemeyeceklerini defaatle ar-zetmiştim dedim. (Bizim de burda aklımıza bir vak'a geldi yeri gelmişken ilâve edelim. Efendim, Zülüflü İsmail Paşa Hazretleri, Sultan Abdülmecid'in cariyelerinden doğmuş bir paşadır. Ancak hangi sebebe istinadense Saray'dan dışarı çıkarılmış ve her halde iddet müddetine de riayet olunmamış olmalı ki, câriye yeni izdivaç yaptığı zata hâmile olarak gitmiştir. Bu anlaşılır anlaşılmaz, hanedan bu meseleyle meşgul olmuş fakat hanedan mensubu olarak tesbit etmemiştir. Onun yetişmesi ile alakalı olarak bütün yapılması gerekenler yerine getirilmiş. Paşalık makamına yükseltilmiştir. İşte bu zât ile bir gün mükaleme esnasında Sultan Reşad, Zülüflü İsmail Paşa'ya buyur ederken, "Birader şöyle otur!" demek nezaketini sergilemiştir. Tabii asil bir zât olan paşa da bunu hiç bir zaman istismar etmemiş, Hanedan-ı Osmaniya'nın en ufak bir leke şüphesinden mutazarrır olmaması için kaderine rıza göstermiştir.. Bu vesileyle biz de bu vak'ayı kayda geçirmiş olduk.) Bunları ifade ettikten sonra Lütfi Simâvî Bey'in ifadelerine avdet edelim: "Sultan Reşad'in nezâketinin daha çocukluğunda bir mümeyyiz vasıf olduğu çocukluğunda, pederleri Sultan Abdülmecid ile İzmir'e giderken padişahı rahatsız etmemek için kendis çağırılıncaya kadar, sıcaktan fevkalâde muzdarip olduğu kamarasından çıkmadığını hikâye buyurdu. Tenezzühlerden avdet ederken evlerimize yaklaştığımız sırada başkâtip ile aciz'in arabasına dâima bir yaver gönderip, ihtiyar-ı zahmet edip, saray'a kadar gitmekten ise doğruca hanelerimize avdet etmekliğimizi emrederdi.. Biz de arz-ı teşekkürle maiyet-i hümayununda gitmek şerefinden mahrum edilmemekliğimizi istirham ederdik.
Arkadaşlardan bazıları halsiz ve rahatsız olduğu zaman bilvasıta defaatle hatır sormaya Önem verirdi. Şüphesiz emri hümayunları üzerine mühadim-i şahane iki defa beray-ı iya det için evime geldiler. Taam ederkende latif ve iltifat-ı mahsus olarak, meyvesinden veyahut tatlısından acize göndermeyi unutmazdı. Hünkâr dâima redingot giyer, birisini kabul edeceği zaman düğmelerini iliklerdi. Padişahı hiç bir vakit ceketle göremedim.
Hâttâ; seyahatlerde de redingot giydiğinden, biz de aynı elbiseyi tercih ederdik. Fikrimce burası biraz mübalağalı ve hususuyla gayriamaliydi. Padişahlığı esnasında, şuy'u bulduğu gibi işret etmezdi. Kendisine pek muhabbe-ti olan büyük biraderi 5. Mehmed Murad'm veliahtlığı, zamanında nezdine gittik çe padişaha zorla konyak içirdiğini hikâye ederdi." Sultan Reşad'ın çok kuvvetli hafızası olduğunu da haber veriyor Lütfi Simâvî Bey: "Hatıratının 89.sahifesinde; Hünkâr şeyhuhiyetine ve duçar olduğu mesane illetine rağmen birçok seyahatler yaptığı gibi, Cuma namazını da muhtelif camilerde edâ ederdi. Saray'da kaldığı gün-ler vakti müsaid oldukça kışlık bahçesine giderek her cinsini iyi bildiği ve pek de sevdiği güvercinlerle eğlenirdi. İdama mahkum olanların tasdikini başka kalemle yazardı. Padişahın hafıza kuvveti pek mükemmel idi. Mükaleme esansında vu-kuat-ı mâziyeyi en küçük teferruatıyla nakl eylerdi. Bir gün mefruşat idaresi depolarında ve paslar içinde bulunup temizlenen gayet güzel bir altun kafesi takdim ettikten sonra biraz muayeneden edip bu kafesi ammi-i mükerremleri Sultan Ab dülaziz zamanında, huzuru hümayuna kabul edilirken içinde, iki nâdir kuş olduğu halde somaki odanın içinde süferanın ve bazı ecnebilerin suret-i mahsusada kabul edildikleri daire koridorunda gördüğünü beyan etti. Hazinei hassaca icra ettiğimiz tahkikattan ifadat-ı şahanenin mahzı hakikat olduğu tebeyyün etti. Bu kafes işi, indelzât kırkbeş senelik vak'a idi." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesin de, padişahn çekindiği şeyler başlığıyla şunları yazdığını görüyoruz. "Hünkâr özel dâiresine kalorifer yapılmasına muarız idî. Gözlerine zarar vereceği korkusuyla bunu istememekteydi. Ayrıca elektrik ışığından da çekinirdi gazeteleri ve kİtabları gözlüksüz okurdu. Odasında yalnız olduğu zamanlarda yarı karanlık denecek derecede hafif bir ışıkla iktifa ederdi. Güneşdende muzdarip oldığundan bahçede güneşli havalarda şemsiyeyi başına tutardı." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesinde, Trablusgarb'm zayiinden kim me'sûl, başlığıyla bir not düşmüş, buna bir göz atalım: "Teveccüh ve itimad-ı hümayun eseri olmak üzere maruzatımı dâima nazarı itibare alır ve suret-i hususiyede kabul edeceği sefirlere ne yolda idare-i lisan edeceğini tenezzülen sorardı. Birinci defa huzurlarına kabul ettikleri zevat ile hin-i mülakatta, emirleri mucibince dâima hazır bulunurdum. Sadaret mazulları, beray-ı arzı tebrik bayramın 2.günü (yâni bayram tebriki için) mabeyni hümayuna gelmeyi adet etmişllerdİ. İtalya muharebesi esnasında bayramın 2.günü sabahleyin nezd-ı şahaneye giderek o gün arz-i vücud edeceklerini tahmin etti-ğim H.Hilmi ve Hakkı Paşa'lar hakında evamiri şahanelerini istifsar ettim. Huzur-u hümayunda bulunan Veli-ahd Vahidedin Efendi Trablusgarbın zayiine sebebiyet veren Hakkı Paşa'yı şevketmeab efendimizin tabiiki kabul buyur-muyacaklarını ifade etmesi üzerine, ben de, cevaben Hakkı Paşa bigünah olup, zaafımızın başımıza bu felâketi getirdiğini, fikri kasıranemce bu iki sadaret mazulunun aynı muamele görmeleri iktiza edeceğini arzettim. Padişah; maruzatımı kemali sükunetle istima buyurduktan sonra, paşalar gelince haber veriniz. İkisini beraber kabul edeceğim deyip, bu acize hak verdi." Lütfi Simâvî Bey'in hatıratının 118. Sa-hîfesinde: "Abdülhamid'i Sân-i'nin İrtihali" başlığıyla şunları okuyoruz: "10/Şubat/1334 Hakan'ı mahlû, ecel-imevuduy-la vefat ettiğinden makam-ı saltanat ve hilafeti ihraz etmiş bir hükümdar hakkında, ifâsı lâzım gelen merasim-i ihtira-miye ile büyük pederi Sultan Mahmud Hân-i sâni'nin türbesine defnolundu. Kendisi; tehalik ve tehdid ile yerini aldığı, devr-i inkılab adlı eserinde hikaye ettiğim eserimde, biraderi Sultan Murad'ın cenazesine karşı büyük hürmetsizlik göstermiş ve bu hareketi infial-i umumiye mûcib olmuştur." Demektedir. Hemencede, Abdülhamid Hân'un arkasından da, müstebitlikleri diye bir bölüm açmış böylece Simâvîlerin, Abdülhamid Hân'a karşı büyük ve farklı bir bakışları ve bu bakışların menfi olduğunu bu ifadelerden anlamak kabildir. Başmabeynci Lütfi Simâvî Bey Sultan 5.Mehmed Reşad'ın İr-tihalini, hatıratının 132. sahifesinde şöyle naklediyor:
"1334/Temmuz/1918'de beray-i tedavi gören Bavye-ra'da vâki Steklin kasabasında bulunuyordum, letafetli havası, menba suları vede hamamları ile şöhret bulan bu güzel mahal, Karlsbat ve Mahlabat kaplıcalarını pek andırır. İkamet ettiğim Viktorya Otelinin direktörü 3/Temmuz günü orada neşrolunan bir gazeteyi vererek, padişahınızın vefat ettiğine dair bir telgrafname var, manzurunuz oldumu dedi. Bir cümleden ibaret olan telgrafnameyi kemâli teessürle okudum. Son ziyaretimde zat-ı şahaneyi biraz yorgun buldumsa da, çehresinde katiyyen ağır hastalık alameti yoktu. Harbi Umûmî gibi buhranlı bir zamanda hemen hergün bin çeşit havadis yayıldığından bunu da o zümreye dâhil ettim. Ertesi sab^h Berlin gazeteleri bu kara haberi te'yid ettiler. Hatta gazetelerde 4/Temmuzda icra olunan cenaze merasiminde, Mehmed Sadis adı altında tahta kuud eden, yeni padişah Vahideddin'inde isbat-ı vücud ettiğini bildiriyordu. Sultan 5.Mehmed Reşad'ın vefatından te'sirat-ı samimiye-mi, halifenin insanlık kaidelerine muvafık olan bu cenazede isbat-ı vücud edişi, bizlerin üzüntüsünü tâdil etti. Bir padişahın; selefinin cenazesinde bulunmaması kadar, çirkin bir hâl tasavvur edemem. Avrupa hükümdarları arasında pek nâdir olan bu hâl biz de vukuat-ı âdiyedendir."
Görüyorsunuz sevgili okurlarım; Lütfi Simâvî Bey, bu hu-susda ince ince Vahideddin'e hislerini belli ederken, aslında Sultan Abdülhamid'e çatmadan edemiyor. Muhterem okurlarım; Lütfi Simâvi Bey; hatıratının 135. sahifesinde, orduya ve donanmayı hümayuna demek suretiyle bir beyanname yayınladığını bildiriyor, şöyleki: "Emir'ül mü'minin olan hakan ve başkumandanımız, kardeşim Sultan Mehmed-i Hâmis'in hepimizi ağlatan ziyaiyle, emir ve kumandanızı ele alıyorum. Senelerden beri bin müşkülat içinde Osmanlı ve İslam târihine hanedanım için şanlı sahifelere ilâve eden siz arslanlar yurdunun kahraman yavrularına memnuniyet-i şahanemi beyan eder, ve bu uğurda Hakk'ın rahmetine kavuşarak, er meydanlarında can vermiş olan şüheday-ı kemâl-i hürmetle anarım. Din ve vatanımızın selâmeti için şimdiye dek pek kanlı bir suretde kahraman müttefiklerimizle omuz omuza devam ettiğimiz muvaffakiyet dolu harb seneleri her halde azalmakdadır. Fakat; henüz bitmemiştir. İşte bu güne kadar olduğu gibi Cenab-ı Hakkın, haklı dâvamızda dâima bizimle beraber olacağında zerrece şüphe etmiyerek, aynı savlet-i Haydârane ile düşmanla savaşmada devam ediniz. Her yerde kemâli şehametle taşıdığınız sancağım size dâima zafer ve muvaffakiyet yolu göstersin, inayet-i Bari ve imdadı ru-haniyet-i peygamberi siz kahraman askerlerimin muin ve zahiri olsun.
Mehmed Vahiddedin Sultan 2.Abdülhamid Hân'da, Sultan 5. Mehmed Reşad'da bu cihan savaşının feci badiresinin nihayetini görmeden dünyadan el ve eteklerini çektiler. Bu çok ağır yükü, kendini bu makama hazırlamadığını, çünkü sıranın kendisine gelmeyeceğini bir sohbetinde ifade eden en küçük kardeşleri Mehmed Vahideddin'e bırakmış oldular. Sultan Reşad Eyüb Sul-tan'da Halic'in sahilindeki ebedi istiratgâhı olan türbeye defnedildi. O semtin o yüce sahabi Halid bin Zeyd'in ruhaniye-tiyle, huzurda oluşu merhum padişahın tercih etmesinde mutlaka hissemenddir.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Sultan Reşad'ın Hanımları Ve Çocukları Paz Ocak 11, 2009 6:36 pm
Sultan Reşad'ın Hanımları Ve Çocukları
Osmanlı tahtına 5. Mehmed unvanıyla oturan Sultan 5. Mehmed Reşad, 2/Kasim/1844' de eski Çırağan sarayında Gülcemâl Hanımdan dünyaya gelmiştir. 4/temmuz/1918'de Kadir gecesinde ikindi namazı vaktinde vefatı vukubulmuş-tur. 9 sene, 2 ay, 7 gün süren dönemi, Osmanlı padişahlarının hiç bu kadar pasif olduğu görülmemiş olarak geçmişti.
Ömrünü beş izdivaçla geçirmiştir. İlk kadınefendisi Gen-ce'de 1855'de doğmuş bulunan Kâmres başkadmefendidir. 1872'de Ortaköy'deki sarayda izdivaç eylemişlerdir. Bu hanımın Sultan Reşad'dan sonra 2 sene, 9 ay, 27 gün yaşadığını biliyoruz. 30/Nisan/1921'de Kâmres hanımın vefatı vuku-bulduğunda, istanbul'umuz düşman çizmeleri altında yaralı bir ceylân gibi inlemekteydi. Kocasının Eyüb Sultan'daki türbesine defnolunmuştur. Bu izdivacın meyveleri olarak, İki tâ-ne erkek evladları dünyaya gelmiştir. Vefatında 65 yaşını, bir ay geçmişti.
Sultan Reşad'ın 2. kadınefendisi ise, Kars şehrinde tevel-lüd eden Dürr-i Adn, yâni cennet incisi mânasına gelen adıy]a bilinen hanımıdır. Padişahın kendisinden önce dâr-i bekaya intikal eylemiştir. Vâlidebağı köşkünde 1909/Ekim/17'de vefat: vukubulmuştur. Vefatında 49 yaşından 6 ay kalmıştı. İzdivacı esnasında 16 yaşındaydı. Şehzade Necmeddin Efendinin annesidir. Fâtih'te Gülüştü kadınefendi türbesindedir.
Sultan Reşad'ın 3.kadınefendisi Adapazan'nda 15/Ekim/I869'da doğan Mihrengiz kadmefendi'dir. 12/Ara-Iık/1938'de 69 yaşında olduğu halde İskenderiyye'de hane-dan-ı Osmaniyenin umumiyetle yerleştiği yer olan Attarin Camii caddesindeki mevkıye yerleşti. Vefatında burada bulunan Ömer Paşa türbesine defnolundu. Öztuna Bey, bu hanımı çocuksuz gösterirken, Çağatay CJluçay Bey, Hilmi Efendi adlı şehzadenin annesi olarak gösterir.
Nazperver kadınefendi padişahın 4.hanımefendidir. 1870'de istanbul'da dünya'ya gelmiş 1930'da vefat etmiştir. Pek cemiyetkâr bir insan olup, 1.cihan harbinde İstihlâk-i milli cemiyetini kurmuş olduğu gibi hastanelere büyük yardımlarda bulunmuştur ve Türk tiyatrosuna hâmilik etmiştir. Doğduğu gün Ölen kızının adı Refia sultanhanım idi. Hayatının son iki senesini İstanbul Vâniköy'de yaşadı.
Padişah 5. Mehmed Reşad'ın son evliliği de Dilfirib kadınefendi ile olmuş 1890'da doğan hanımefendi, 1953'de 63 yaşında olduğu halde yaşadığı Erenköy'de kanser hastalığının sonunda vefat etmiştir. Daha sonra 1925'de baytar olan bir subay ile izdivaç yapdı ve bu evliliğinden bir oğlu olmuştur.
Sultan Reşad'ın kız çocuklarına gelince Refi'a Sultanha-nım'dan başka kızı olmamış olduğu görülüyor. Çağatay Uîu-çay bu kız'dan söz etmemekte, Öztuna Bey bu hanimsul-tan'dan bahsetmekle beraber 1888'de doğduğu gün vefat etti demektedir.
Sultan Reşad'ın erkek çocukları ise, üç tane olup, 1873'Ortaköy Sarayında doğan Mehmed Ziyaeddin Efendi, 1938'de Mısır'da İskenderiye'de Ebu Kır caddesindeki ikametgâhında öldü. Hanedan'ın 1924'de yurd dışına çıkarılması üzerine ecnebi bir gemi ile İs tanbul'a turist olarak gelmiş ancak vapurun güvertesinden doğduğu şehri seyredebil-miştir. Her ne kadar transit turist olarak karaya çıkmışsada, zabıta derdest edip, gemiye geriye götürmüştür. Ziyaüddin Efendi pek mükemmel bir kanun virtiözü olduğunu Öztuna Bey kaydederken, Tanburi Cemil Bey'in plâklarına kanun ic-rasiyla iştirak ettiğinide ilâve eder Öztuna Bey. Mehmed Ziyaeddin Efendi, beş izdivaç yapmış ve hayli çocuk ve torunları olmuştur.
Sultan Reşad'ın 3.oğlu tâbir-i diğerle enküçük oğlu ise, 2/Mart/1886'da Ortaköy sarayın da dünya'ya gelen Ömer Hilmi Efendidir. 2/Kasım/1935'de İskenderiye'de vefat etmiş olup, Ömer Tosun Paşa türbesine defnolunmuşsa da, buraları Cemâl Abdülnasır dönemi içinde istimlak edilmiştir.
5.Mehmed Reşad Hân'ın 2. ve ortanca oğlu Mahmud Nec-meddin Efendidir. 23/Haziran/1878'de Kuruçeşme Sarayında doğmuştur. Müzisyen olup, 35 yaşı içindeyken kalp rahatsızlığından vefat eyledi. Çocuğu olmamıştır.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Sultan Reşad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları Paz Ocak 11, 2009 6:36 pm
Sultan Reşad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Sultan Reşad, Osmanlı tahtına kuud ettiğinde sadaret makamında Ahmed Tevfik Paşa bulunuyordu. Bu sadaret Tevfik Paşa'nın ilk sadaretiydi. Bundan sonra daha üç defa sadarete geldi ve pek hazindir, sonuncusu, Osmanlı'nın son sadareti olmuş ve devlet-i âli ye târihin anılan arasına intikal etmiştir. Tevfik Paşa Hüseyin Hilmi Paşa'ya devretti 5/ 5/1909'da.
Bu vazifede Hüseyin Hilmi Paşa 8 ay, 8 gün kalabilmiş 12/Ocak/I910'da yerini İbrahim Hakkı Paşa'ya devrederken, 1 sene, 8 ay, 19 gün grevde kaldı. Bu arada da, Trab-lusgarp elden çıktı. 30/Eylül/191 l'de Küçük Mehmed Said Paşa sadarete getirildi ve bu görevi 31/Ocak/191 l'e kadar 3 ay, 1 gün sürdürebüdi. Ancak aynı sadrıazam mührü 6 ay, 22 gün daha nezdinde tutarak, böylece son sadareti, 22/tem-muz/1912'ye kadar sürerek dokuz defa gelmiş olduğu sadrı-azamlığını noktalamış oldu. Said Paşa'dan sonra Büyük Kabine denen hükümet Gazi Ahmed Muhtar Paşa riyasetinde teşekkül etti. Paşa dört tane eski sadrıazamin bulunduğu kabineyle ancak 3 ay, 8 gün sürdürebüdi bu hükümeti. 29/Ekim/1912'de makam-ı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'ya tevcih olundu ve bu sadaretin, 2 ay, 25 gün sonra müthiş bir baskınla tamamlandığında 23/Ocak/1913 Kâmil Paşa'nın son ve 4.sadaretini tamamlamış oluyordu ve sadaret Harbiye eski nâzın Mahmud Şevket Paşa'ya tevcih olunmuştu. 4 ay, 19 gün sonra bir suikasd sonucu Mahmud Şevket Paşa pek cüretkârane şekilde katledildi. Sadaretde, 1 l/Haziran/1913'de Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya tevcih olundu. Said Halim Paşa bu makamda 3 sene, 7 ay, 23 gün sonra sadareti bıraktığında Osmanlı devleti işin sonuna yaklaşıyordu.
Mehmed Talat Paşa 4/2/1917'de göreve geldi. 14/Ekim/1918'e kadar sadareti muhafaza etti. Ancak padişah 4/Temmuz/1918'de vefat ettiğinden Sultan Reşad'ın son, Sultan Vahideddin ilk sadnazamı olmuştu. Böylece 9 sene, 2 ay, 9, gün süren dönemi dokuz kişi ile geçirmiştir. Şeyhülislâmlarının sıralamasına gelince o hususda şöyle bir cetvel çıkmakta: Sultan Mehmed Reşad Hz.leri, Osmanlı tahtına oturduğunda makam-ı meşihatde Osmanlı'nın 160.şeyhülisiânm olarak, Dağıstanlı Mehmed Ziyaeddin görev başındaydı. Bu zât Sultan Abdülhamid hakkındaki doğruluğu vâki olmayan fetvayı vermiş olduğunu da belirtmeden geçemiyoruz. Bu şeyhülislâm fetvasından dokuz gün sonra makamdan iskat olunmuştur ve yerine, 8 ay, 8 gün kalacağı meşihate, Pirizâde Mehmed Sâhib Efendi getirildiğinde 5/5/1909'ken, ayrılışı, 12/Ocak/1910'da vukubulmuştu. Ondan boşalan makama Çelebizâde Hüsni Efendi vazifede 6 ay, 1 gün kalmış ayrılışında takvim 12/7/1910'u göstermekteydi. Musa Kâzım Efendi bu göreve geldi ve 1 sene, 5 ay, 20 gün kaldı onun yerine 31/12/191 l'de Abdurrahman Nesib Efendi getirildi. 6 ay, 22 gün sonra; 22/7/1912'de, Mehmed Cemaled-din Efendi getirildi. 6 ay, 3 gün sürdü m eşi ha ti. 24/1/1913'de 166.şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi şeyhülislâm oldu. 16/Mart/1914' de 1 sene, 1 ay, 23 gün süren görevden sonra yerine Ürgüblü Mustafa Hayri Efendi makama geldi ve 2 sene, 1 ay, 23 gün sürünce 8/Mayıs/1916'da ayrılıp, yerine Tortumlu Musa Kâzım Efendi ile devam edildi. 14/Ekim/1918'de ayrılırken, 2 sene, 5 ay, 7 gün süren bir hizmet verdi. İşte merhum padişah Sultan Reşad, bu meşihat esnasında hayatının sonu gelmiş böylece de, son Şeyhülislâmı Musa Kâzım Efendi olmuştur. Neticeten söyleyebilirizki Sultan Reşad on yıla yakın döneminde sekiz zat ile bu meşi-hati yürütmüş oldu.
Bu padişahımızın dönemini anlatmaya çalıştığımız satırları, dünya durdukça anılacak olan, Çanakkale kahramanlarına, şehidlerine ve gazilerine büyük islâm milletine hediye etmiş oldukları zafere minnetlerimizi bildirmek suretiyle tamamlamayı vazife bildik.