Konu: OSMANLI TARIHI SULTAN 2. MEHMED (FÂTİH) DONEMI Perş. Şub. 12, 2009 8:29 pm
SULTAN 2. MEHMED (FÂTİH)
Babası: Sultan II. Murad Han
Annesi: Hürfıâ Hatun
Doğum Tarihi: 1432
Vefat Tarihi: 1481
Saltanat Müd.: 1451-1481
Türbesi: İstanbul Fatih Camii Yanında Yatar.
Tahta Geçişi
Cennetmekân Sultan Murad'ı Sâninin, Cennetbahçelerine uçtuğunu bildiren haberi alan Sultan 2. Mehmed, derhal atına atlamış ve «Beni seven arkama düşsün» diye bağırarak Manisa'dan hareket etmişti. 2'nci defa cülus edeceği Osmanlı tahtının bulunduğu taht şehri Edirne'ye doğru birSeba rüzgârı hızıyla mesafeleri yutmaya başlamıştı. Üç gün içinde Gelibolu'ya geldi. Gelibolu'da iki gün dinlenip arkasından koşanları bekledi. Onları da bir intizama soktuktan sonra, istikbâle hükmedecek Sultan, Edirne'ye ilerledi. Devlet-i Osmaniye'nin ileri gelenleri, kumandanlar ve ahalî kendisini karşılamaya çıkıp tebrik ve taziyelerde bulunuyorlar ve mutlu saltanatını müjdeliyorlardı.
Taht odasında resmî biat merasimi yapıldı. Biat merasiminden sonra sadrazam Çandarlı Halil Paşa'ya vazifesinde bırakıldığı, kızlar ağası Şahin ağa vasıtasıyla duyuruldu. Sultan 2. Mehmed'in ilk cülusunda pek anlaşamadığı Çanlarlı Halil Paşayı vazifede bırakması, babasının vasiyeti üzerine olmuştu. Çünkü bu güngörmüş sadrazam, Sultan Murad-ı Sani'nin tahta yeniden geçmesi için çok ısrarda bulunmuştu. Bu husus bütün tarih yazarlarınca, Sultan 2. Mehmed'in Çandarlı'ya kızgın ve kırgın olduğu intibaını vermişse de biz bu fikre evet diyemiyoruz. Bunu da şöyle izah ederiz: Daha 15 yaşındayken «Eğer padişah isen gel ordularının başına geç, yok padişah ben isem; emrediyorum gel ordularımın başına geç» diyen bir zekâ şahı, tertemiz kalbinde kin taşıyacak bir devlet reisi değildi. İslâm milletinin hayrına olan her iş için değil tahttan, canından dahi feragat edecek kadar yüksek bir mertebe sahibi sultandı.
İshak Paşa'ya, iltifat makamına geçecek bir vazife verildi. Merhum Padişah Murad-i Sani'nin pâk cesedini toprağa koymak üzere Bursa'ya nakle memur heyetin riyasetine tayin olundu. Zağnos Paşa'yi yanına getirten padişah, Has Müşavirlik vazifesini kendisine tevdi etti. Merhum babasının haremlerinden olan Sırp Prensesi Mara'yı Sırbistan'a iade ederken, kendisine geçimini 'ahatça sürdürebileceği maaş tahsisiyle beraber, Sırp Kralına da hediyeler gönderdi. Daima iyi münasebetler içinde olma arzusunda olduğunu bildirmesi için Prenses Mara'ya vazife verdi.
Bizanstan, Mora Despotlarından, ülahtan, Raküzadan, İstanbul Galatadaki Cenevizlilerden, Midilli, Sakız ve Rodos adalarından ve şövalyelerinden elçilik heyetleri gelmişti. Hepsine hüsnü kabul gösteren Sultan; Raküza Cumhuriyetine, vergilerini bundan böyle beşyüz altın zamlı olarak ödemelerini bildirdi.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Yine Karamanoğlu Perş. Şub. 12, 2009 8:29 pm
Yine Karamanoğlu
Konya hakimi Karamanoğlu hanedanın başında bulunan Karamanoğlu İbrahim bey; Selefi Mehmed Bey'in söylediği gibi «Bizim Osmanoğluyla olan düşmanlığımız mezara kadardır» düsturuna bağlı bir adamdı. Ne umduysa kendi malumudur. Bermutad isyana kalktı. MenteşeoğlUj Germiyanoğlu, Aydınoğlunu da bu isyana teşvik etmişti.
Ne varki İbrahim bey suçu unutmuştu. Genç padişah çok enerjik, kararlı ve büyük İşler yapacak meziyetlerle mücehhez bir sultandı. Derhal anadolu Beylerbeyi İshak Paşa'ya orduyu seferber edip hedefin Karamanoğlu olduğunu bildiren fermanını gönderen Padişah, kendisi de çabucak hazırlandı.
Karamanoğlu İbrahim Bey, kısa zamanda kuvvetli bir orduyu karşısında bulacağını tahmin etmediğinden, ayrıca
kendisine Anadolu'da taraftar olabilecek bir kuvvet bulamadığından derhal aman diledi.
Sultan 2. Mehmed; selefleri gibi bu fitneye yumuşak kalma niyetinde değildi. O işi kökünden halletmek istiyordu. Fakat merhum babası vasiyyetinde; İki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v.)'in tebşiratına nail olması için yetiştirdiği oğlunu il işinin mutlaka Kostantaniyye (İstanbul'nin hesabını görmesi olmasını hassaten belirtmişti.
Derler ki;
Cenab-ı Hakk'ın sevgili kulu Murad-ı Sâni Hz.leri, zamanının büyük velisi, Hacı Bayram Veli Hz.leriyle sohbet ederlerken, bu mübarek zat'tan, Hazreti Padişah Kostantaniyye için sual eder ve der «Sultanım; acaba bu fetih bize nasib olmaz mı?» Gelen cevaba bakınız: «Bu beldenin fethini ne siz ne de ben vücudu fanî'mizle göremeyiz. Bize denir ki; şu oynayan çocuk ile kapuda dikili bizim köse'ye nasibtir.»
Evet oynayan çocuk 2. Mehmed ile kapuda dikilen Ak-şemseddin'den başkası değildi.
Sultan 2. Murad, vasiyyetine koyduğu fetih meselesinde her halde bu tebşirata da istinat ediyordu.
Bizans Kayseri de bu sırada bir münasebetsizlik edip yanında bulunan Şehzade Orhan Sultana verilmekte olan tahsisatın arttırılmasını, isteği yerine getirilmezse Orhan Sultanı salıverip, devletin başına mesele çıkaracağı tedidini savurmuştu.
Kayser yapmış olduğu bu teklifle, Sutan 2. Mehmed'e büyük bir fırsat tanımış oluyordu. Çünkü Kostantaniyye'yi feth etmekten başka bir düşünceye öncelik tanımayan Padişah; tahta geçişi sırasında heyet gönderen ve iyi münasebetler içinde olmayı temenni eden Kostantin Dragezes'in yakasına, kudretli parmaklarını nasıl geçireceğini düşünen buna vesile arayan Sultana bu teklif nefis bir bahane olmuştu.
Karamanoğlu meselesi münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya gelip Güzelce Hisar adıyla anılan şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık muvakkat bir camii yaptırıp, otağını da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı kıyıda bir kale inşaasına başladı. Bu kalenin inşası için;
Derler ki;
Hz. Padişahın Anadolu Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden sonra Otağı hümayununun Hisara hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in dikkatini çeker ve elçiler göndererek maksatlarını öğrenmek ister. Gelen heyete Hz. Padişah «Kayser'e söyleyin bu sûr'un karşısına düşen yerde bir manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına çıkar oraları irademe alırım» der.
Elçiler, Kayser'in yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser «Zaten oralarda dahi hükmümüz pek sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin onun kadar bir yer onun olsun» der.
Bîr mandanın yüzülmüş derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik inceliğinde tek bir sicim yumağı haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu deriyi sanatının en büyük ustalığını göstererek bir sırrım yumağı haline getirir ve Hazreti Padişah takdim eder. Padişah fustalarla (küçük gemiler) karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği kadar bir alanı çevirir, işaretler. Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği haberini alan Kayser yine elçilerini gönderir, ne yaptıklarını sordurur.
Padişah; «Bize verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.
Elçiler, biz size manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer işaretlemişsiniz derler.
Hazreti Padişah; «Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o kadar yer işaretliyorum», der.
Elçiler; bunun üzerine «Bu işi akıllarının alamadığını söylerler.»
Hazreti Padişah târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.
«Bizim hakikat kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşamaz.»
Hazreti Padişah askerî ehemmiyet ve denizin avantajını pek isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın inşaasina başladı ve çok kısa bir zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı. Üç büyük kuleye, her kule inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi. Zağanos Paşa Kulesi, Samca Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi olarak hâlâ isimleri muhafaza olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belirten en güzel dizelerden biri olan Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden almayı uygun bulduk.
«Nice kal'a-i incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar Hüsrevânî küp gibi çok toplar Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan kelebek Kim ururlar topla geçse sinek»
Evliya Çelebi bu Boğaz Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş adet top konduğunu bildirir.
Bu Boğazkesen Hisarını tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını verdiği isimle dahi açıklamış olmuyormuydu? BOĞAZKESEN
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Çandarlı Halil Paşa Perş. Şub. 12, 2009 8:30 pm
Çandarlı Halil Paşa
Padişah Hazretlerinin tek meşgalesi Kostantaniyye'nin fethi idi. Bazı vezirler ve sadrazam Halil Paşa fetihten pek ümit-var değildiler. Bu mesele dîvanda konuşulduğu zaman bazı itirazlarda bulunurlardı. Hatta bazı tarihlerde muhasara sırasında Bizans halkının ümidi kırılıp teslime hazırlandığı sırada güya, Halil Paşa haber göndermiş biraz daha dayansınlar, muhasara yakında kalkar, diye haber göndermiş de Bizans halkı yeniden gayrete gelmiş, muhasara o yüzden uzam:ş. Biz deriz ki, bu mümkün değildir Çünkü Çandarh ailesi, bu devletin kuruluşunda büyük vazifeler almış insanlardan müteşekkildir. Belki dîvanda itirazlarda bulunmuştur.
Çünkü bu yaşlı veziriazam, Timur belâsının devleti ne hallere düşürdüğünü görmüş, devr-i fetreti geçirmiş Osmanlı Devletinin ne fitne ve fesatlar içinde kaynadığını müşahede etmiş ne zorluklar geçirilerek bugünlere gelindiğini biliyordu.
Veziriazam Halil Paşa ve itiraz eden zevat ihanetten değil geçirdikleri badirelerin acısını unutamamış ve yine o badirelere düşülme korkusundan itiraz ediyorlardı. Bu yalan ve iftiralar tarihlerimizden inşallah temizlenir ve bu yüksek karakterli insanların haklan yerine konur. Daha da ileri giderek şunu deriz ki, Fatih Sutan Mehtned gibi bir fetih ve gönül sulta-nının Çandarh'nın hiyaneti olsaydı o mücessem kai'anın sûr'una o zatın ismini verdirir ve o ismin kullanılmasının devamına müsaade eder miydi? diye biz de bir sual sorarız.
Buraya bir film olayının da koyarak bu mevzudaki görüşümüze son vermek isteriz. 1950'den sonra bir mason'un idaresinde çevrilen «İstanbul'un Fethi» adlı film'de ki, bu yerli bir filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandariı Hali] Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri döndüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yı işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizillerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Fetih'de Osmanlı Donanması Perş. Şub. 12, 2009 8:31 pm
Fetih'de Osmanlı Donanması
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Umanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı Halil Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin "Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız)' mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Ak Şeyhin Kerameti Perş. Şub. 12, 2009 8:32 pm
Ak Şeyhin Kerameti
Kostantaniyye'nin fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki, bunlar uzun yıllar evvel İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi ise madde plânında, sebeb dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan alan, kan döküp kal'a alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi mimarı Ak Şemseddin Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kostantaniyye'nin fethi için daima teşvik etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete ulaşması için Rabi Âlâ'ya niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan Hazretlerinin Kutlu otağına şu haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri şeriflerini bulmuştu. Bu haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu. Mücahidler ordusunun kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.
Çünkü bu kuvve-i mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü bu büyük sahabinin hayatında mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim okurken cihadla ilgili ayetlere gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi ayağa kalkar zırhını kuşanır, kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben Halifenin ordusuyla cihada gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın, o iş bizim işimiz artık, derlerse de o mübarek sahabi vecd halinde, kimseyi dinlemez ve Halifenin ordusuyla Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada şehadet mertebesine de nail olur. Bu doksan yaşından sonra cihada çıkan sahabinin kabrinin bulunuşu fethin yakınlığının işareti olduğu aşikâr olduğundan, bülbülün gül dalına konması gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne vesile olmuştur.
O kerim ve Devletlü Padişah, Boğazkeseni yaptırırken Bizans elçilerine «Benim hakikat kıldığım yere sizin hayallerimiz bile ulaşamaz» derken bu muazzam olayı da herhalde kastetmiş olmalıdır. Bu muazzam olayı biz anlatırken bir gemiye bir tank yükleme zorluklarını düşündüğümüzde bundan beşbuçuk asır evvel karada yürütülen gemileri, aç karnımızı doyurmak ve çıplak bedenimizi giydirmeye ancak yeterli olan aklımızla yapmanın zorluklarını da düşünmesini bilmeliyiz.
Dolmabahçe'den (o zamanki adı Yeni Hisar) yukarıya döşetilmiş keresteler yağlanmış ve gemiler bunların üzerinde Öküzlerin çekmesi ve mücahidlerin bilek güçleri ile asılmalarının yanında derviş gazilerin Hû Allah! Hû Allah! zikirleri arasında Halic'e indirilen gemiler sabahleyin Bizans halkınca, Halic'in sularında seyir ederek Bizans'ın geri hatlarını da topa tuttuğu görülünce, bütün ümitleri bir balon gibi söndü. Çünkü limanın ön tarafına gerdikleri zincir orayı korumuştu amma; akıllan durduran bu harika olayın gerçekleşmesine mâni olamamıştı.
Derler ki;
Halic'e inmiş gemilerden geri hatlarına atış yapılan Bizans'ın hâlâ gevşemediği müdafaaya devam ettiği görülür. Ehlullahtan olan hazreti F^tih durumu tefekkür eder ve ol perdeler açılıp ona ayan olur. Cibali Baba derler bir suflî velî duası berekâtı ile bunlara zarar ilişmesine mânidir.
Secdeye kapanan Hazreti Padişah, Rabbi Zülcelâle yalvarır yakırır ve der ki, «Ya rabbi; eğer İki Cihan Serveri'nin hadîsi şeriflerinde müjdelediği emir bensem tebcil eylediği asker bu askerse buna mâni olanı sen bilirsin, onu kabz eyle)» diye dua eder. Ve dua Cenab-ı Hak indinde kabul olunup Cibali Baba kabz olunur ve siyanetten mahrum Rum taifesi, zarara ve ziyana uğramaya başlar.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Kati Ve Son Hücum Perş. Şub. 12, 2009 8:33 pm
Kati Ve Son Hücum
Fatih muhasaranın sonlarının geldiğini hissediyor, fakat mürşidi, efendisi Ak Şemseddin Hazretlerinden durumu öğrenmek fethi müyesserin ne gün olacağını sormak üzere Şâir Mahmud Paşa'yi iki defa Şeyh'in otağına gönderdi. İkinci gidişte cevab gelmişti. «Cemaziyel evvel ayının onsekizinci gecesinin şafağında umumî bir taarruz yapılırsa Allah'ın inaye-tiyle fetih müyesser olacaktır.» dendi. Derhal hazırlıklara giriliyor, bütün gece Orduyu Hümayun ibadet ve savaş hazırlıkları İle meşgul oluyor. Bütün kumandanlar birliklerini dolaşıyor, onları hazırlıyorlardı. Şafak sökerken Beyaz Atının üzerinde bembeyaz elbiseler içinde Hazreti Padişah ordunun en Ön safında kılıcının zafer pırıltılarını aksettiren parlaklığıyla hücum emri veriyor. Düşmana bizzat taarruza geçiyor. Artık zafer İslâm'ındır. Kostantaniyye zaferler Sultanın oluyor. Fatih ona lâkap, İslâmbol Kostantaniyye'ye isim oluyor.
Hazreti Peygamber (S.A.V.) Hendek Savaşında sahabinin kıramadığı bir taşı parçalarken çıkan kıvılcımda gördüğü Sultan bu Sultandı ve asker bu askerdi.
«O ne güzel bir emir, o ne güzel bir askerdi.»
Fatih Sultan Muhammed Han ve İslâm Ordusu Osmanlı Ordusu idi.
Evet muhasara 53 gün sürmüş, Ak Şemseddin Hazretle-ri'nin müjdelediği gün feth olunmuştu. Hicri 857, Milâdî 1453 29 Mayıs Salı günü İslâm Ordusu müjdelerin gerçekleştiğini ilân ediyordu.
Kostantaniyyeyi, İstanbul Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, yirmi gün kaldığı bu yeni beldede intizamı temin ettikten, Rum ahalinin İslâm içinde gösterilen şartlarını yâni Hıristiyanların dini inanç ve ibadetlerine yön verecek patriklerini seçtikten sonra bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu yere bir saray yapılmasını irade etmişti. Yine payitahtı olan Edirneye dönmeden son bir iradesiyle Karadeniz kıyılarından beşbin ailenin İstanbul'a getirilmesini ve yerleştirilmesini emretmişti.
Edirne'ye bir çok ülkenin sefaret heyetleri geldiler. Tebriklerini sundular ve bir çok hediyeler de getirdiler. Bunların içinde Sırbistan Elçi Heyetinin durumu özellik teşkil etti. Eskiden Osmanlının olan bazı kaleler yine Sırblara geçmiş idi. Bunların bazılarını kurtarmayı düşünen Sırblılar, bu kalelerden bir kaçının anahtarını hediye olarak gönderip Fatih Hazretlerinin gözünü boyamak istediler. Fakat Hazreti Padişah, Avrupa serhadlerindeki siyasî durumları pek yakından takip ediyordu.
Kral Yorgi, Sırbistan krallığı ile alâkası olmadığı halde bu yerlere ve Sırp krallığına sahipleniyor ve ayrıca Sultan 2. Murad'ın Haremi Prenses Mara'nın hakkını da gasb etmiş bulunuyordu.
Sultan Fatih Sırb elçilerine «Yorgi bir iki parça köhne kal'a ile aldatmak ister, onun ancak Sofya dibinde küçük bir sancağa hakkı olabilir» diyerek niyetini bildirmişti.
Kral Yorgi bu haberi alınca birtakım dahilî tertibatlar aldı. Aile efradını yanına alarak Macar kralı makamında bulunan Yanko Hünyad'ın himayesine girdi. Topladıkları hafif süvari alayları ile Sırbistan ve Bulgaristan'a dahil olup şehirleri yağma ve yıkmaya, insanları kana boyamağa başladılar. Tırnova civarına kadar geldiler Askerimiz onlara yetişemeden Tu-na'nın öbür tarafına geçtiler.
Hazreti Padişah süratli birliklerle Sırbistan'a dahil olup bir çok yerleri zabt etti. Ostrovice'yi muhasara altına aldı. Bir müddet de Semerdire'yi sıkıştırıp güzel bir ders verdiler. İleri gelenlerden ellibin kişi esir topladılar. Firuz Bey kumandasında bir miktar asker bırakıldı. İstenilen muvaffakiyet elde edildiğinden Hazreti Fatih Edirne'ye döndü.
Sultan Hazretlerinin avdetini haber alan Hunyad ve Yorgi yeniden saldırdılar. Bu sefer yanlarında birçok hristiyan delvetlerin ordularından birlik vardı. İslâm askerinin çoğunu şehid ve kumandan Firuz Bey'i esir aldılar.
Padişah hemen Şehir köyü tarafına sefer çıktıysa da Hunyad Macaristan içlerine kaçtı. Yorgi ise padişaha senede otuzbin altın vergi vererek sulh teklifinde bulundu. Fatih Hazretleri bunu muvafık gördü. Hicri 858/Milâdl 1454.
Bu anlamadan bir kaç ay sonra Evranos zadelerden İshak Paşa'nın oğlu İsa Bey, Sultan Fatih'e ulak göndererek Sırbistan'ın fethinin zamanıdır, diye bilgi sundu. Hicrî 859/Milâdî 1455 yılında Sırbistan'ın büyük bir bölümü Devleti Osmaniye'nin hududlarına İlhak olunmuş oldu. Padişah Hazretleri oradan Kosova'ya inerek /Hüdavendigâr Sultan 1. Murad Hazretlerinin şehadet yerini ziyaret etti ve Hatmi Şerif tilâvet olundu. Oradan Selanik yoluyla Edirne'ye geçildi. Bu Selanik yolu ile dönüşte Solakzâde nam tarihçi Hamza Bey'in donanmasının Padişah Hazretlerini naklettiğini söylerken gemiye şarab da yüklendiğini yazar.
Merhum Mizancı Mehmed Murad Bey bunu fevkalade bir isabetle red eder. İslama bağlılıkta emsâü az bulunur bir insan olarak gördüğü Hazreti Fatih'in içkiyle katiyyen alâkası olmadığını belirtikten sonra tarihlerden böyle iftiraların temizlenmesini pek isabetli olarak tavsiye ediyor. Şimdi biz merhum mizancı Mehmed Murad Bey'e bu mevzuda iştirak ederek diyoruz ki; Batılı tarihçiler bu tip iddiaları bizim kaynaklarımızda bulmasalar bile eninde sonunda İslâm düşmanı olduklarından bu zatlara iftiradan kendisini alamazlar. Peki bizim olan Solakzâde merhum böyle bir şeyi olmadan nasıl yazabiliyor. Sultan Hazretlerinin işrette olmadığı ihraz ettiği manevî makamları münasebetiyle de aşikârdır. Şu halde bu zatlar nar şurubu vesaire şurubları içtiklerine göre şurubların şarab gibi okunması ihtimali daha ağır basmakta olduğu intibaını veriyor bize.
Belgrad'ı almaya karar veren hazreti Fatih Sırbistan'a dalarak önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda en önemli silâh şüphesizdir ki toptur. İstanbul'un fethinde kullanılan bu topların buralara taşınması çok zor olduğundan Sultan Hazretileri yüksek dehası sayesinde seyyar top dökümhaneleri kurdurmuş, her muhasaraya gittikte muhasara yerinin icabına göre toplar döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan çok önemli vazifeler görüyordu. Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lüzumlu görüyoruz: Bilindiği gibi zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz salgın bir hastalığın insan şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından görmelerinden dolayı manevî hayatı red veya lüzumsuzluğuna kail olanların matees-
süf çok olduğu bir zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlenip
mİz tarihi islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sapmış ekonomi Şeytanının tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar esir oldukları maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri kulak arkası ederler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top döktüren ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın gerçekleştirildiğini düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde top döktüren Hazreti Fatih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini ortaya koymuş olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kurmayalım mı münakaşası yapılan memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa. Ecdadımız bu münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde, onlara göstere göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen bu millete izan nasib eyle, harb sanayini kurmasına vesile olacak intibahi lûtfeyle.
Çünkü atalar sözüdür: «İstersen sulhu salâh hazır ol cenge».
Biz gene Belgrad önlerine dönelim.
Belgrad önlerinde üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz parça küçük gemi Tuna nehri yoluyla Belgrad önlerine getirilmiş yarım ada şeklindeki şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de muhasaraya katıldılar.
Belgrad kalesi kolay alınır bir kale olmamakla beraber İstanbul surlarını aşmış bir ordu için her halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle bakıldığından olacak ki netice iyi olmadı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini almak olduğu açıkça ifşa olundu. Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir kapı idi. Papalık, Osmanlı Devleti'nin maksadını öğrenince bütün hıristiyan dünyasını ayağa kaldırdı. Yanko Hünyad'ın komutasında çok büyük bir ordu teşkil edildi. Ayrıca gayet iri kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli salip seferinde vazife aldı. Ehli salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerinde muhasaraya katılan donanmamıza şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ denizlere hâkim olabilecek duruma gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat gayet akıllıca bir davranışla gemilerini kendileri yakarak düşman eline geçmesine izin vermediler.
Donanmanın bu mağlûbiyetine rağmen muhasaraya devam edildi. Bir hafta sonra umumî bir hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin şehrin öbür ucundan, Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre girmişti. Osmanlı Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başlarında olduğu halde şehre girebilmişlerdi.
Şehir içine giren mücahidler ricat yolunu seçmeyip düşmana pala savurmayı cana minnet bildiler ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın kale içinde kalışı, şehadetinin kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bütün tedbiri terkedip kale kapısına dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç saldırdı.
Düşman içinden çok iri bir silâhşor Hazreti Padişahın üzerine koştu. Onun hücumunu ustaca bir manevrayle savuşturan Sultan kılıcını öyle bir hırsla indirdi ki herifi baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından aşağıya kadar ikiye ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum etmekten zor caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin kuvvei maneviyyesini altüst etmişti. Onlar intizamsız bir şekilde dağılmaya başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih olduğu halde çok kanlı göğüs göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptılar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.
Bir müddet sonra altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine yetişince mukavemet dengeye dönüştü. Bir müddet sonra da düşmanı ordugâhdan def etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet olarak telâkki edip firar edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da terhis ediyordu.
Ehli salip ordusu ise son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi aldığı yaraların tesiriyle bir müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti. Kral Yorgi ise o çoktan ölmüştü. Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu seferden sonra kendisine çıkacağı seferin nereye olduğunu soran vezirlerine «Sakalımın bir teli bundan haberdarsa onu yolup atarım» diye cevap verdiği söylenir.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Mora'nın Fethi Perş. Şub. 12, 2009 8:34 pm
Mora'nın Fethi
İstanbul'un İslâm'a ram olmasından sonra Mora yarımadası birden bire anarşi ve kargaşaya sahne oldu. Kostantin Dragazes'in kardeşleri Tomas ve Dimitri Dragazes Mora'dan kaçmak için hazırlıklara başladılar. Bu sırada Hazreti Fatih bunlara gönderdiği bir emirle yılda onikibin altın vergi verdikleri takdirde vazifelerinde kalabileceklerini bildirmişti. Bu haberi alan bu iki kardeş kalmak mı zor gitmek mi zor düşüncesi içindeyken ve kalmağa karar vermek üzereyken ahali bunların kaçma haberini almış olduğundan iyice galeyana geldi. Bir de Manue! Kantakuzen kendi hesabına bu İki kardeşin aleyhine kıyam etti. Üstelik de Arnavud sergerdelerinden «Topal Petro», Fatih Hazretleri tarafından taleb edilen oniki bin altını kendisinin ödöyeceğini iddia ederek kıyama kalktı. Artık işler çorbaya dönmüştü. Korent Muhafızı Hasan Bey; durumu Hazreti Padişahın otağına bildirdi.
Sultan Fatih Hazretleri; işi ehline vermeyi hem Cenabı Hakk'm kitab-ı Muhkemindeki âyeti kerime ve bu yüce emri uygulamaktan bir an bile ayrılmayan ced'inden tevarüs eylemişti. Mora işinin ehli de Turhan bey idi. Turhan Bey'în yanına verdiği bir müfreze ile daha evvel yapılmış Mora seferlerinin bu usta emektarını Mora'ya gönderdi. O havalide herkes Turhan Bey'in namını bilir, sevgiyle karışık bir korkuyla kendisine tâbi olurlardı. Ve nitekim ileri gelenler Turhan Bey'i hemen karşıladılar. Turhan Bey.,, kendilerini hüsnü kabul ile karşılamakla beraber babacan bir tavırla azarladı. Adaletsizlikle memleketin idare olunamayacağını anlattı. İslâm'ın muvaffakiyetinin iyilere mükâfat, kötülere ceza vermekte kusursuz ve adil olmaktan geldiğini izah etti. kendilerini düzeltmezlerse Hazreti Padişahın memleketlerini işgal edeceğini bildirdi.
Turhan Bey, Dimitri ile Tomas'ın hükümetlerini tasdik etti. Onlara asî olanları da cezalandırdı. Böylece dış görünüşte sükûnet temin olundu. Fakat Tomas İstanbul'un müslüman-ların eline geçmesi yüzünden yok olan Doğu Roma kayserli-ğini yeniden kurmak ve bu unvanla anılmak sevdası iie yanıp tutuşuyordu. Bu hülyalarını gerçekleştirmek için ise durmadan fitne ve fesadlar karışıyordu. Tomas vahşetini arttırmış, yanına davet ettiği akrabalarını çocukları ile beraber hapse atarak onları açlıktan öldürdü. Ahaya Prensinin damadının gözlerini oyup, kulak ve burnunu kestirip ayak ve kollarını kırdırdı.
Lâkin bu sırada istimdad feryadları da dergâhı Padişahıye varmıştı. İşte Hiristiyan batı'mn insanı buydu. Bunların zulmüne, birbirlerine yaptıkları haince, canavarca işkencelere Allah adına, insaniyet namıma son vermek müslümanlara düşüyordu. Hey batıl ve vahşî Avrupa; sen nasıl bir mantığa sahipsin ki, senin dindaşına ve ırkdaşına adalet ve insanca hayat yaşamayı getiren müslümanlara «Barbar Türkler» dersin.
Hazreti Fatih, Mora'ya yürürken ilk feth ettiği kale Tarsus kal'ası idi. Buranın muhafızları savaşa lüzum kalmadan teslim olduklarından kendileri eman ile mükâfatlandılar. Lâkin ertesi gün bir iç darbeye teşebbüs ettiklerinde derdest yakalanıp elleri, ayaklan güzel bir sopadan geçirilip hurdahaş olundular. Bunun üzerine küffâr bu kale'nin ismini değiştirip Tokmak Hisarı koydular. Akıllarınca dayaktan geçirilen ihanet ehli kale muhafızlarına yapılan sanki işkenceymiş de bu isim ebediyyen bu barbarlığı haykıracakmiş! İşte bu Avrupalı böyledir. Hem sandalı sallar hem de fırtına var diye feryad eder. Hicrî 862/Milâdî 1458 yılını gösteren tarih, Mora'nın tamamı ve Yunanistan'ın büyük bir bölümünün Osmanlı hu-dudlarına dahil ve sancak beylerine taksim olunmasına şahit oluyordu.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Adaların Fethi Perş. Şub. 12, 2009 8:35 pm
Adaların Fethi
Adaların fethine Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos iskelesini almakla başlandı. Arkasından Limni, Midili donanmayı hümayhuna boyun eğmişti. Rodos iyice sıkıştırılmış ve İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz, Taşoz feth olunmuş idi. Bu suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olunmuş oldu. Bu sırada Midilli adası halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil olundu.
Sadaretten azledilen Mahmud Paşa kaptanı deryalığa getirilmiş, bu zat tenzili makama rağmen hizmetten fütur getirmemiş, tayin buyrulduğu vazifede büyük muvaffakiyetler göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip intizama koymuş, yıllanmış Venedik savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in en mühim adalarından olan Girid Kıbrıs'tan sonra gelen Eğriboz adasını feth eylemişti.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Venedik Muharebesi Ve İskender Bey Gailesi Perş. Şub. 12, 2009 8:35 pm
Venedik Muharebesi Ve İskender Bey Gailesi
Çanakkale Boğazının tahkimatını yapmaya karar veren Hazreti Fatih, derhal işe girişti. Rumeli sahilinde seddülbahir, Anadolu sahilinde ise Çanakkale istihkamları yapıldı. Her iki tarafa da otuzar adet büyük toplar yerleştirildi.
İstanbul'un deniz tarafındaki surları da sağlamlaştırıiıp top-lada donatıldı. Bu arada Kadırga limanı da temiz ve intizamlı bir liman haline getirildi. Bu arada Hazreti Fatih dünya siyasetine yüksek vukufunun en önemli delillerinden biri sayıla bilecek olan şu manevrayı yaptı. Midilli adasında Floransa'îı-lara bir imtiyaz tanıyarak onları Venedik ve ehli salib kışkırtıcısı Papa'nın gizli toplantılarından haberler getirmekle kullandı. Bu arada da Arnavutluk Beyi, İskender Bey gailesine son vermek zamanı geldiğine karar verdi.
İskender Bey, Venedik himayesine girmiş bütün Arnavutluk sahilini Venediklilere müstemleke gibi vermişti.
Venedikliler İşkodrayı bile kendi şehirleri gibi kullanıyorlardı. Buna mukabil İskender Bey, İslâm mücahidlerine karşı yaptığı savaşlarda bunlardan yardım alıyordu. Sultan Fatih'in gönderdiği müfrezeler bunları ovalarda yaptıkları savaşlarda yeniyor buna mukabil İskender Bey kuvvetleri dağlara çekilip mücahidleri üzerine çekince galibiyet onda kalıyordu. Bu savaşlardan birinde İskender'in kardeşlerinin oğullarından biri esir edilmişti. Bu adamın ismi Hamza Bey'cii. Kendisine bir miktar asker verildiği takdirde bu işin sonunu getireceğini söylüyordu. Yanına bir miktar kuvvet verildiyse de bir netice almak mümkün olmadı. Ancak bu savaşlardan birinde İskender Bey çok büyük bir bozguna uğradı. Ordusunun en cengâver askerinden beşbin kadarı bu savaşta can vermiş, o yetmiyormuş gibi en kıymetli arkadaşlarından Müzahi telef olmuş, üstelik de Debreli Musa adlı bir sergerde de Sultan Fatih tarafına iltica etti. Bu sırada Hazreti Fatih başka işlerle meşgul olunduğu için İskender Bey'e Şimal (Kuzey) Arnavutluk sancağı verilerek bu sancak beyliği İskender Bey'e tevdi edilerek bir mütareke yapılmıştı. Bu mütarekenin şartlarından biri İskender Beyin oğullarından birini dergâhı Hümayuna göndermesi idi. İskender Bey bunu açıkça red etmemiş oğlunun küçük olduğunu ileri sürmüştü. Sultan Hazretleri de bu mütarekeyi bozmak istemediğinden üzerine varılmadı. Çünkü siyasal durum büyük bir harbin alâmetlerini hissetirmeğe başlamıştı, Hicrî 864/Milâdî 1460.
Bu mütareke üç yıl kadar devam etti. ne var ki, üç sene geçtikten yâni Hicrî 867/Mİlâdî 1463 yılında Papa İkinci Pius bir ehli salip ordusu tertib etti. Bu ehli salip kuvvetlerine İskender Bey'i de katmak için, Draç Piskoposu Ancelo'yu vazifelendirdi. Bu cerbezeli adam başlangıçta İskender Bey'i kandırmağa muvaffak olamadı. İskender Bey, ben, ahde imza koymuşum, besa demişim, diye teklifi geri çevirebiliyordu. Lâkin Ancelo, bir dinsize karşı (hâşâ) verilen sözün hükmü yoktur, diyerek İskender Bey'i kandırmaya muvaffak oldu. Rahip Anceio bu muvaffakiyeti yüzünden kardinalliğe terfi ettirilirken, Osmanlının başına yine püsküllü belâ olarak İskender Bey savaş alanlarına yürümüştü.
Önce Şeremet Bey, sonra da Balaban Bey'in müfrezeleri ile yaptığı savaşlarda kâh mağlûb, kâh galib oluyordu. Ne var ki, bir sürü zarar verdiği meydanda idi. Bunun üzerine Hazreti Fatih bizzat kendisi bunun üzerine yürüdü. Fakat İskender Bey, dağlara kaçtı. Arazinin verdiği avatajlardan istifade ederek Sultan Hazretlerini çok uğraştırdı. Şunu hemen ilâve etmek icab ediyor ki, basınımızda Gazete oiarak şöhretini yapan bir gazete çıkardığı Binbir Temel adlı seri kitaplarda Acem kılıcı gibi iki taraflı bir kesme yaparak bazen fevkalâde güzel eserlerin gün yüzüne çıkmasını temin ederken bazen de son derece mide bulandırıcı kitaplar da yayınlamaktadır. İşte bu mide bulandırıcı kitapların başında Türk Dostu diye tanıtılan La Martin tarihidir. Yedi kitap halinde çıkartılan bu kitap, bu İslâm milleti içine bir sürü nifak tohumu atan bir kitaptır. İşte bu kitapta Hazreti Fatih gibi bir zâtın karşısında İskender Bey bir dev gibi gösterilir. Ve İskender Bey'in Hazreti Fatih tarafından hiç mağlûp edilemediğini ileri sürer. Şüphesiz kesin galibiyet için iki taraf kuvvetlerinin birbirleriyle bir meydanda kat'i bir netice için çarpışması icab eder. Devamlı kaçan bir taraf, kovalayan tarafa galib gibi gösterilmek istenirse buna bitaraf tarihçilik, yok Türk dostu gibi lâkablar verilmez. Haçlı ruhunu içinde muhafaza eden ve kusmuğunu kibar sözler ve hareketlerle üzerimize avuç avuç b... atar gibi tarafgir ve İslâm düşmanı olarak vasıflandınlabilir. Bu La'martin tarihini okuyanlar bilsinler ki, Osmanlı Tarihini bu adamdan öğrenmeye kalkmak, Dini İslâmı müsteşriklerden öğrenmek kadar batıl ve tehlikelidir. Bu mülâhazamıza bir misalle son vermek istiyoruz. Günümüzün İslamcı gençliğinin yapısında bir yeri olan bir yazar, kendisine sataşan bir gazeteciye neden cevap vermediğini soranlara, bir rovelver patladı diye kırkikilik top ateşlenmez, diye nefis bir cevap vermiştir. İşte bu olay da, Sultan Fatih bir Cihan Fatihi; İskender Bey İse bir dağ birliğini komutanıdır. Mukayese olunmaz mukayese yanlıştır. Bahtsızlıktır. Maksatlıdır. Biz gene mevzumuza dönelim. %
Bu uğraşmalardan bıkan Sultan Fatih, İskender Bey'in etrafını çevirtip dıştan gelen yardımları kesmeğe muvaffak olduktan sonra ordusunun büyük bir kısmı ile çekildi. Zaten az sonra da İskender altmışüç yaşında Venediklilere ait olan Leş şehrinde öldü.
İskender Bey'in ölümünden sonra Arnavutluk seve seve Osmanlıya tâbi oldu. Ne var ki İşkodre. daha evvel yazdığınız gibi adeta Venedik tasarrufunda idi. Hadim Süleyman Paşa kuvvetleriyle burayı muhasara etti. Harp sanayimizin kendimize ait oluşunun faydalarını dile getiren bu kuşatmada toplar İşkodra kalesinin önünde o kalenin icabatına göre döküldü. Ve topa tutuldu, açılan gedikten İslâm mücahidleri daldı-larsa da şehri ele geçirecek bir kuvvetle giremediklerinden bir müddet göğüs göğüse çarpışıp geri çekildiler. Kalenin mukavemete imkânı kamamış, ikinci bir hamleyi karşılamaya hâli yokken bu sırada Hadim Süleyman Paşa'ya gelen bir emir muhasaranın derhal kaldırılmasını icab ettirmişti. .Buğdan Bey'i isyan etmişti. Bunun te'dip edilmesi gelen emirde yazılıydı. Demek ki vakti saati gelmemiş olan fetih; vaktini bekliyecekti. Hicrî 880//Milâdî 1475. Nevar ki üç sene sonra Hazreti Padişah bizzat ordusunun başında olduğu halde Ve-nedik'i sulha razı ettiğinden fetih gerçekleşecekti.
Hadim Süleyman Paşa gelen emir üzerine İşkodra muhasarasını kaldırmış ve Boğdan üzerine yürümüştü. Tuna'dan Eflâk yakasına geçtiler. Ne var ki yorgun ve hastalıkara tutulmuş ordu, yollarda birtakım yağma ve çapul hareketlerine başladılar. Boğdan hâkimi bu haberi aldığından birliklerini muntazam bir hale koydu. Dağılma durumuna düşmüş olan İslâm Ordusu bu muntazam birlikler tarafından tutulduğu yerde imha edildi. Maalesef pek çok şehid verildi. Hadim Süleyman Paşa dahi kendisini zor kurtardı. Bu haberi alan Yüce Padişah ordusunu o tarafa çevirdi. Bir ormanın içinde istihkâm kurmuş olan Boğdanlılann üzerlerine açtığı kesif top ateşinden ürken Yeniçeriler, düşmanın üzerine yürümeyince, savaş alanlarının bu kahraman Sultanı eline aldığı kalkanı ile tedbirin almış, Cenabı Mevlâ'nın koruyuculuğu sayesinde bizzat düşmana hücuma geçince, Kapıkulu askeri ve daha sonra Yeniçeriler gayrete gelerek o ormanı Boğdanlıya mezar ettiler. Yiğitler can verdiler, cennete alındılar, gaziler can aldılar, şan verdiler. Yüce İslâm askeri ve onun dahi Sultanı Hazreti Fatih zafernâmesine bir sayfa daha ekledi.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Trabzon Kayserliğinin Ve İsfendiyar Beyliğinin İlhakı Perş. Şub. 12, 2009 8:36 pm
Trabzon Kayserliğinin Ve İsfendiyar Beyliğinin İlhakı
Rumeli ve Avrupa'daki meseleleri hâl eden Yüce Padişah, Akıncılarına, Avrupa ovalarını işaret etmiş, atlarının nallar: ile buralarının tozunu, naraları ile kulakların tozlarını, gürz ve kılıçları ile vücudlarını ortadan kaldırıcakları yerleri hedef olarak göstermiş ve zaferlere âşinâ gözlerini Anadoluya çe virmişti.
Trabzon, İstanbul'un fethinden sonra bir Kayser'lik hüviyetine bürünmüş Rumların kıblegâhı ve yeniden can bulma ümitlerine bir istinat olma hâline gelmişti. Arada İsfendiyar Beyliği toprakları uzanıyor, Karadeniz Ereğlisi ve Amasra limanları Cenevizlilerin adeta nüfuzu dairesinde bulunuyordu.
Bu iş böyle başıboş bırakılırsa Anadolu'nun yeniden kaynamağa başlaması işten bile değildi. Mısır Sultanına, Hacca giden yolların menzillerindeki su sarnıçlarını yaptırması için haber gönderen ve bu sarnıçların yapılmasında kullanılacak maddî yardımı da beraberinde göndermekle suih içinde meseleleri hâl etmeyi gaye edinmiş bir Padişahı Cihan elbette hüküm ferman olduğu ülkesinde bir dinamit fıçısı barındırmak istemezdi. O fıçıyı yok etmek ve o fıçıyı meydana getirmeye çalışan elleri kırmak, mel'un baş'larını koparmak şüphesiz vazifesiydi.
Sadrazam Mahmud Paşa, ilkbahar mevsiminde Amasra önüne gitti ve o sırada da Hazreti Padişah, Bursa üzerinden yola çıkmıştı. İlk muvaffakiyet Amasra'da elde edildi. Amasra; Cihan devletinin şanlı ordusunu ve donanmasını karşısında görünce derhal teslim oldu. Peşinden Sinob'u da feth eden Sultan; Amasra, Sivas tarikiyle (yoluyla) Erzincan'a oradan da Erzurum yoluna düşünce asıl maksad anlaşıldı. «Maksat anlaşıldı» sözü üzerine çok kısa hatırlatma yapılım. Hz. Fatih seferi nereye murad ettiğini hiç bir zaman söylemezdi. Ancak yapılan hazırlıkların azlığı ve çokluğu buna bir ölçü teşkil edebilirse de bu da kesin bir tahmini icab ettirmezdi. İşte bu Yüce Sultan sırrın esrarını muhafazaya sıkı sıkıya bağlı bir zât idi. Evet maksat Cizun Hasan'dı. Uzun Ha-san'ın bir darbe alması icab ediyordu.
Akkoyunlu devletinden ve Uzun Hasan denilen bu zattan 3İr nebze olsun malûmat verelim. Timurlenk'in ölümünden sonra birbirine düşen oğullarının kavgaları, Akkoyunlu aşireti =xniri Uzun Hasan'a bir deviet tesis etmesine fırsat vermişti. 3u devletin hududu epeyi de geniş ve yekpare idi. Yâni dev-etinin içinde başka bir ükenin toprağı yoktu. Ham hayali, Ti-murlenk'in kurduğu bir devlet gibi büyük topraklara sahip bir jlke tasarlamaktı. Yüzbinlerce askerî havî, bir ordusu vardı.
Uzun Hasan, bir sene önce Hazreti Fatih'in huzuruna gönderdiği bir elçiye, Devleti Osmaniyye'nin tâ Çelebi Sultan viehmed zamanından başlayan her sene hediye gönderilerek devamı temin edilecek dostluğun nişanesi olan bu hediyele-in gönderilmediğini bu zamana kadar geçen vakit zarfında tunların yekûn olarak ödenmesini talep etmişti.
Yüce Sultan Mehmed Fatih Han bu talebe karşı bütün ciddiyet ve nezâketini muhafaza ederek şu ince ve tarihi cevabı verdi: «Sizi bana gönderen üzün Hasan Bey'e selâmlarımı götürünüz. Talep ettiği şeyleri vermek üzere geiecek sene bizzat kendim geleceğim, o vakit görüşüp, konuşabiliriz.»
Bazı tarihçiler bu cevabı veren Hazreti Fatih'i, derhal Yıldı-ım Bayezid cennemekânın, Timurlenk'e verdiği cevab mukayese ederek Fatih Hazretlerini takdir edip, Bayezid Hazretlerini sert mektuplarından dolayı kötülemeğe çalışırlar. Bu İslâm milletinin evlâdları çok iyi bilirler ki hal ve keyfiyet her zaman aynı olmaz. İnsanların meziyetleri de bir presten çıkma imalât gibi tıpa tıp olmaz.
Uzun Hasan, Koyunlu Hisarını nüfuzu Osmanlı hududu dahilinde olmasına rağmen gaflete düşerek zorla ele geçirdi. Bunun üzerine bir Osmanlı müfrezesi, Gedik Ahmed Paşa kumandasında Koyunlu Hisar'a gönderildi. Bu müfreze Koyunlu Hisar'ı muhasara altına aldığı gibi etraftaki yerleri de şöyle bir bastı. Uzun Hasan yardım kuvvetleri gönderdi. Gedik Ahmed Paşa ve mücahidleri gelen bu orduyu da perişan ettiler. Uzun Hasan bu mağlûbiyetten ürkdü ve validesi Sara Hatunu ve ulemadan Şeyh Hüseyin nam bir zatı elçi tayin edip Hazreti Fatih'in otağına gönderdi. Sulh talebinde bulundu.
Sultan Fatih gelen heyeti ve Uzun Hasan'ın validesi Sara Hatunu «Validem» diyerek hürmetle kaşıladı. Ve kendisine Trabzon'a yapacağı seferde Uzun Hasan bîtaraf kalırsa ona ilişmeyeceğini söyledi. Uzun Hasan buna evet dedi. Ancak Hazreti Fatih Sara Hatunu salmadı, en derin hürmet ve sevgi ile otağı hümayununda ağırladı ve Trabzon önlerine kadar götürdü. Sara Hatun, her münasebet düştükçe Hazreti Fatih'i Trabzon'a gitmekten caydırmaya çalıştı. Sarp dağlardan geçerken atlardan inip bir hayli yaya yürümek zorunda kalınıyordu. Bu zahmetleri müşarıide eden Sara Hatun: «Oğul, muazzez vücudunun bunca zahmetlere maruz bırakmasına nice Trabzonlar bile bedel değildir, deyince Yüce Padişah şu akıllar durduran manevî sırlan havi cevabı verdi: «Kılıcı cihadı fîsebiliHâh için kuşanmışım, eğer vazifemi yapmazsam ve gazi olmayacak olursam yarın ne yüzle huzuru Hak'ka çıkabilirim.»
Trabzon önlerine gelmiş olan Sadrazam Mahmud Paşa kumandasındaki donanmayı Hümayun, zaferler sultanını bekliyordu. Hz. Fatih, Trabzon önüne gelince bir elçilik heyeti ter-tib edip Kayser David'e şu teklifi bildirdi: «Eğer mukavemet etmeden şehri teslime edersen burdaki gelirin kadar sana irad verilip Rumeli'de «Siroz» şehrinde çoluk çocuğun ile yaşarsın. Yok mukavemet edersen mutlaka çok ağır cezaya müstehak olursun» dedi.
Kayser David, bu teklifi uygun buldu. Eşi, çocukları ve bendegânmi yanına alarak deniz yolu ile gösterilen yer hareket etti. Trabzon'un fethinden dolayı bir çok ganimet Sara Hatuna takdim olunup selâmlar söylenerek üzün Hasan'a gönderildi.
Anadolu pürüzleri hâl edilmiş, şimdi yalnız Karaman Beyliği tek pürüz olarak ortada kendini gösteriyordu.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Karaman İlhakı Perş. Şub. 12, 2009 8:37 pm
Karaman İlhakı
Karaman Bey'i İbrahim Bey, Osmanlı Devletinin kuvvetiyle aşık atamayacağını anladığından açık şekilde husumet göstermiyordu. Buna mukabil bir yandan Gzun Hasan Bey'le, diğer taraftan Papalık ve Almanya İmparatorlukları ile gizli münasebetler içinde idi. Yalnız şu vardır ki; Avrupa'nın Osmanlı Devleti ile uğraşacak hâl ve durumu mevcut değildi. Lâkin bu münasebetler Hazreti Fatih'in et kulağına ulaşmadı.
Karamanzâdelerin an'anevî Osmanlı'ya karşı olan husumeti babadan oğula tevarüs ediyordu. İbrahim Beyin yedi tane oğlu vardı. Bu aile ana tarafından Osmanlı'ya akraba oluyorlardı. Karamanlılar, Sultan Fatih Hazretlerinin halazadeleri idiler. İşte bu yedi oğuldan altısı Yüce Padişahın halasından dünyaya gelmişlerdi. Bir tanesi ise İbrahim beyin cariyesinden olma idi. Altı oğlunun Osmanlı'ya meyilli olabileceğini hesab eden İbrahim Bey cariyeden doğan oğlu İshak Beyi kendisine vâris tayin etti. Ana tarafından Osmanlı olan altı oğlunu mirasdan mahrum etti.
Beyzadeler bu karara son derece müteessir olarak İsyan bayrağını açtılar. İbrahim Beyi Konya'dan uzaklaştırdılar. Bunun üzüntüsü ile vefat eden İbrahim Beyden sonra çocukları miras kavgasına devam ettiler. Bunlardan Pîr Ahmed Bey Konya'da Karaman tahtına culüs eyledi. İshak Bey bu durum karşısında üzün Hasan'a başvurdu. Gzun Hasan kuvvetleriyle Konya'ya yürüdü ve Pîr Ahmed, Sultan Fatih Hazretlerine iltica etti. İshak Bey hükümetini kurdu. Ne var ki üzün Hasan'ın askerleri Konya'da yaptıkları zulüm ve şenaatle halkın sadece düşmanlığını kazanabildiler ve hepsi Pîr Ahmed Bey tarafını tutmayı kararlaştırdılar.
İshak Bey hükümetinin tanınması için Hazreti Padişaha hey'et gönderdi, padişah, Hazreti Yıldırım Bayezid zamanındaki Çarşamba suyunu hudud kabul ederse hükümetini tas dik ederim, diye cevap gönderdi. Lâkin İshak Bey bu mukabil cevabı kabul etmeyince Hazreti Fatih, Anadolu muhafızı Hamza Bey'e Pîr Ahmed Bey'in tahtına oturtulması için emir verdi. Hamza Bey ve Pîr Ahmed Bey Konya üzerine yürüdüler. Ermenek civarında İshak Bey'le karşılaştılar. Meydana gelen savaşta İshak Bey fecî bir mağlûbiyete uğradı ve soluğunu Üzün Hasan Bey'in yanına iltica edince rahatça alabildi. Silifke kalesi, İshak Beyin hanımı ve onun küçük olan çocuğu eline kaldı. Tahta geçen Pîr Ahmed Bey Saklanhisar, Ilgın kalesi ve Akşehir'i bir hediye olarak Devleti Aliyei Os-maniyyeye takdim ettiler. Hicrî 868/Milâdî 1464.
Lâkin bu çözüm Sultan Fatihi tatmin etmemiş, Karaman'ı mutlaka Osmanlı sancağı altına alması İcab ettiğini ciddi ciddi düşündürmeye başlamıştı. Ne var ki Pîr Ahmed Bey yine baba tarafına çeker huyunu gösterdiği, dün öpmek için kapandığı eli bugün yavaş yavaş ısırmaya başladı. Bunun üzerine Karaman'a Seferi Hümayun tertib olundu. Sadrazam Mahmud Paşa, Pır Ahmed'i Konya'dan çıkardı. En sonunda Lârende civarında yapılan şiddetli bir savaşta Pîr Ahmed hezimete uğradı. Karaman Sancağı adı verildi ve büyük Şehzade Mustafa Sultan a verildi. Hicrî 872/Miiâdî 1468. Şehzadenin Lalası sıfatıyla Gedik Ahmed Paşa idareyi ele aldı.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Uzun Hasan İle Otlukbeli Savaşı Perş. Şub. 12, 2009 8:37 pm
Uzun Hasan İle Otlukbeli Savaşı
Uzun Hasan'ın hemen üzerine gidilmesini düşünen Yüce Fatih sadrazamlığa yeniden Mahmud Paşa'yı tayin etmişti. Mahmud Paşa, durumu görüyor, Yıldırım Bayezid Hz.ierinin başına gelen Ankara Savaşı mağlûbiyeti daima önünde örnek vazifesi ifa ediyordu.
Sultan Fatih derhal orduyu hümayunu harekete geçirip gururundan ne yapacağını şaşıran, bir İslâm devleti olan Osmanlı'ya karşı, Papa ve Hıristiyan devletlerle anlaşma zemini arayan bu adama ki, daha evvel annesi Sara Hatunla selâmlar dahi göndermişti. Şimdi ona hemen haddini bildirmek istiyordu.
Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa, Anadolu askerini yanına bir miktar Rumeli hafif süvari askerinden alarak Sultanın emriyle Konya'da bulunan ve Üzün Hasan'ın her an taarruzuna uğraması muhtemel Şehzade Mustafa Sultan ve onun lalası Gedik Ahmed Paşa'nın yardımına gönderildi.
Hakikaten Clzun Hasan da bir ordu tertib ederek başlarına oğlu Yusuf ve Zeynel mirzaların yanına asıl kumandan olarak Mehmed Bakır Mirza tayin olunmuştu. Karamanzâde Pir Ahmed Bey ve Kasım bey de bu orduda yer almışlardı.
Şehzade Mustafa Sultan, bunları kemali metanetle karşıladı. Sultan Fatih Hazretlerinin gönderdiği kuvvette yetişmiş olduğundan bu metanet daha da ziyadeleşmişti. Kıreli gölü civarında büyük bir savaş oldu. Osmanlı ordusu savaşı kazandı. Mehmed Bakır Mirza dahi ölüler arasındaydı. Kara-manzâdeler ise firara muvaffak oldular. Hicrî 877/Milâdî 1473
Bu savaştan sonra orduyu hümayun bir nefes almış oldu. Şark hududuna doğru tam bir emniyet içinde yürümeğe başladı. Rumeli askeri Gelibolu Boğazından geçerek Yenişehir'de toplandılar. Resmî geçid yaparak ahaliyi İslâmiyyenin moralini takviye etme başarısını gösterdiler. Ve tekrar yürüyüşe devam ettiler. Şehzade Mustafa Sultan ve Şehzade Bayezid Hazretleri de şanlı askerleriyle birlikte orduyu hümayuna iltihak ettiler. Sivas'a gelince burada bir müddet dinlenip, eksiklikler tamamlandı. Bu arada Rumeli Beylerbeyliğine tayin olunmuş bulunan Murad Paşa, seyyar bir müfreze ile önden Erzincan'a doğru gönderildi.
Üzün Hasan'a gelince Fırat kenarında sağlam bir mevki tutmuştu. Sadrazam Mahmud Paşa ve Mihaioğlu Ali Bey'in tembihlerine rağmen Has Murad Paşa, üzün Hasan kuvvetlerine hücum etti fakat bu bir taktik hatasıydı ki, maalesef bu hatanın neticesi başta Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa olduğu halde bu seyyar müfrezenin mücahidleri şehadet şerbetini içtiler. Bazı tarihlerde bu Has Murad Paşa'nın Bizans'ta ihtida edenlerden olduğunu söyleyen satırlara rastlanmaktadır. Bu hücumun yapılmaması icab ettiğini söyleyen bu tarihler askeri ile beraber şehyd düşen bu paşayı istihfamla anar bir duruma getirmiş olduklarının farkında olmalıdırlar. Biz şeriatı İslâmiye mertebesinde bu meseleye düşmanla savaşarak şehadet şerbetini içmiş bu askerlerin başlarında kumandanlar Has Murad Paşa olarak bir şehidler zümresi sayıp kendilerine Allahtan rahmet dilemeyi lüzumlu görürüz. Niy-yetleri ancak âlemlerin Rabbi bilir, üzün Hasan bu ön savaşta, Meşhur Turhanzâde Ömer bey ve bazı ileri gelen süvari
birlik komutanlarını huzurunda esir olarak görünce şu ham hayalini dile getirdi. «Bu seyyar müfreze Rumeli süvarisidir. Bu süvariler Osmanoğlu ordusunun bel kemiğidir. Ben bu kemiği kırdım. Osmanoğlunun artık bana mukavemete mecali kalmamıştır. Bundan böyle Rumeli saltanatı, ile devleti Kayseriyye artık benim olacaktır.» dedi.
Sultan Fatih Hazretleri' yukarıda kısaca tafsilâtını ve'rdiği-miz olaya rağmen orduyu hümayunu üzün Hasan'ın üzerine yürütmekten vaz geçmedi. Uzun Hasan ise Baysurt civarına ricat etmiş ise de savaş mukadderdi. Çünkü ayağı zaferlerle kutlu Padişah avını mutlak yakalamağa, boyundan büyük işler yapmağa kalkışan üzün Hasan'ın beyni bâlâsına gürz misali yumruğunu vurmayı kararlaştırmıştı. Şimdiye kadar o sultanlar sultanının karar verdiği şeyi yerine getirmediğine şahid olunmamıştı. Ve yine karar sahibi devietlü kararını infaz edecek idi...
Nihayet iki ordu Tercan civarında Otlukbeli'nde karşı karşıya geldiler. Çok şiddetli bir savaş neticesinde zafer gül yüzünü Osmanlı'ya gösterdi. Bu muharebede Şehzade Mustafa Sultan ve şehzade Bayazıd Sultan büyük kahramanlıklar gösterdiler. Uzun Hasan ordusunun Osmanlı ordusu karşısında tutunamayacağını anlayınca her şeyi yüzüstü bırakıp firar yolunu seçti.
Yüce padişah onu kovalamıya lüzum görmedi. Çünkü netice çok kesin olarak meydana çıkmıştı. Sultan Hazretleri bu zafere şükür ettikten sonra buna bir cemile olmak üzere ne kadar kendine hediye edilmiş köle varsa hepsini azad eyledi. Tarihçi Solakzade bu sayının kırkbin kişiyi bulduğunu kaydeder.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi Perş. Şub. 12, 2009 8:38 pm
Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi
Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.
İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinâtgahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kumandanlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyurmuşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen kumandana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyinden sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Velî Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş olduğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir halde harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik limanlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...
İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olaylar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül etmede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar etmez.
«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bugünkü Gebze kazası civarında terki can ettikte, düşmanlarının şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulmalarına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yerden vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.
Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini vermeye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Merkad-İ Fatih'i Ziyaret Perş. Şub. 12, 2009 8:38 pm
Merkad-İ Fatih'i Ziyaret
Her kuşesinde dehrin, nâm-ı bekâ-nisârın; Şayestedİr denilse âlem seni mezarın.
Kaldın cihanda biân, her ânın oldu bir devr; Mülki ezeldi güya tahtında hem civarın.
Sensin o padişah ki bu ümmet-i necibe; Emsâr bahşişindir, ebhar yadigârın.
Perverdigâra nazır bünyad-ı ser-bülendi, Sâfillerin elinde tâbût-i pür-vekârın.
İster idin ki olsun düşmenle yâr yek-dil: Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın.
Tahtın getirdi bir dem umkıyyeti kıyhama, Eyler rükûa da'vet ulviyyeti mezarın.
Her gün ederdin ihya bir başka cilve-i akl, Bi-hûş-i haletindi erkân-ı hûşyârın.
Hâlâ dahi ukûlun ser-haddidir geçilmez, Seyl-i dumû' birle mahsur olan cidarın. .
Ağuş-i mâdenden hâk-i vatan eazdir; Andan daha muazzez bir nurdur gubârın.
Sen pençe-i kazadan bi-fark idi deminde, Zeyl-i rızâyı sarmış bâzû-yi zi medarın.
Titrerdi secdegâhın oldukça sen cebîn-sây, Hâlâ gelir zeminden tekbir-i zâr-zânn.
Her azmin eylemişti tefsir-i âyet-i Hak, Zahirdi nâsiyende âsârı çâr-yârın.
Seyyâre-i vatadır, ardınca peyk-i harın, Eyler tavaf her-sû rûh-i fütûkârın.
Sen yattığın düşekte bisterdi güle-i top Tûfân-ı hûn u âteş gülzâr-ı nev-bâhânn.
Eyler bu dem başında leyi ü nehâr-mânend Teşkil-i nûr-i u zulmet sayen ile çenârın.
Kılmsş tulu' yerden, gözler bu inkılâbı: Bir devrdir mücessem destâr-hun-disarın.
Kahhâr-ı müntakimden hiç kalmadı mahâfet; Senden biz eyleriz havf, ahz et gelip de sârin.
Açdı cana cenahın cânân-ı sermediyyet, Etti anı der-âğûş cân-ı cihan-sipânn.
Ecr-i azim-i vasfın kaydında Hâmid ey şah Kıl bu sevabını sen afv ol günahkârın.
Mehdinde şâirâna ilhamlar gerektir: Ta'rifi yerde bitmez Arşa çıkan kibarın.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Şerh Perş. Şub. 12, 2009 8:39 pm
Şerh
Yukarıya aldığımız Abdülhak Hâmid Bey'in «Merkad-i Fatihi Ziyaret» adlı şiirini muhterem ağabeyimiz merhum Melih Yuluğ beyefendinin esrarı tasavvufa bihakkın vakıf olması münasebetiyle şerhini istirham ettiğimizde lütfettiler biz de siz okurlarımıza aynen sunuyoruz.
«Fatih'in Kabrini Ziyaret diye de söylenebilir. Bu şiirin bazı beyitleri çok derin mânâlar ihtiva ettiğinden şiirin gerek kül halinde gerekse bazı beyitlerin edebî bakımdan bir kritik hem de şerhe tâbi tutulmasında zaruret vardır. Kanaatımızca lâfızlar mânayı tam istiaptan âciz ve mânâ elfâz'a sığmaz durumdadır.
Beytinden mânâ derinliğine taşmış gibidir. Yeknazarda bu beyitten şu anlaşılıyor. «Ey Yüce Fatih cihanın her köşesinde senin nâmın var, âdeta bu âlem senin mezarın denilmekte hata yoktur. Amma bunu izah ve şerhi yapılmadan Dehrin neden dolayı Fatih'in mezarı olduğu anlaşılmamakta, müphem kalmaktadır. Esasında Hamid Bey şunu ifade etmek istemiştir. Dehrin ne tarafına bakılsa Fâtih'in daima baki ve payidar olan namını görürüz. Mezarlara kitabe dikmek o mezarda medfun olanın namını oraya te'yit içindir. Dünyanın her köşesinde Fatih'in nâmı olduğuna göre, ona her yerde bir mezar kitabesi dikilmiş olur. Her yerde bir mezar kitabesi dikmekte bütün âlemi bir mezar yapmaktır. İşte onun için âlem Fatih'in mezarı denilse şayeste (lâyık) dir.
İkinci beyitten itibaren şiire mânâ vermeğe devam edelim: Fatih cihanda bir an kaldı fakat kaldığı zamanın her anı bir devir kadar uzunmuş gibi feyizli eserler verdi. Şu halde o mahdut zamanı, sınırsız gayrı mahdut yaptı. Otuz küsur senelik saltanatının mademki her anı bir devir kadar uzundur. Bu otuz sene sonsuz bir zaman demektir. Zaman denilen mefhuma bu ezelliyeti verdiğinden anlaşılıyor ki mekânende onun ezelliyet tahtı mülkünün yanındadır. Bir şahıs mekânen böyle fevkalâde bir mazhariyyete nail olmasa zamanen o ezeliyyeti veremezdi.
Şiirde çok önemli mânası şerhe muhtaç bir beyit de şöyledir:
«Mazi o perde-i gayp ükşadei huzurun
Atî o, râhi muzlîm amadei güzarın»
Maziki bir gayıp perdesidir. Ne kadar sayısız insanlar ve şöhretler o perdede kaybolup gitti. Fakat böyle yıpratıp yok eden bir mazi senin huzurunda tâzimen divan duruyor. Atiki karanlık bir yoldur. Kimlerin oradan geçeceğini yâni âtide kimlerin yaşayacağını, hangi şöhretlerin atî itibariyle payidar kalacağı meçhuldür. İşte böyle olan âtî daima Fatih oradan geçecek diye hürmetle bekleyip duruyor. Görülüyor ki Hamid, «mazi o perdei gayb» derken nice namlı kimseleri nisya-na gömer gayıb perdesi olan maziyi kasdetmektedir. Hamid başka bir şiirinde de «Nisyan o makteli ekâbir» demektedir ki aynı mânadadır.
Şiirin kıymeti ne. kadar yüce olursa olsun tasavvuf! bir anlam taşıdığı iddia olunamaz. Hatta:
«Nice karagözleri mahvetti suret perdesi» mısraı kadar bile sofiyyane bir hikmet taşımaz. Yine şiirin diğer beyitlerini de şerhe devam edelim. «Kılıç tedmirin kalem tedbirin bir remzidir.» Halbuki ey Fatih sen kudretindeki azamete bak. Kalemi kılıç ve kılıcı kalem gibi kullanmayı bildin. Kalemin bir kılıç gibi titretici idi. Siyasetin hilelerine karşı kulandığın kılıçta icazkâr bir kalemdi. Kılıcın dost için yârin zülfünü okşayan nüvazîş gibi âdilâne bîr lütfü tedbir olur. Fakat düşmana gelince; kılıç ve sözün bir yıldırım kesilerek çarpar düşmanın ödünü parçalardı.
Cihana o kadar hâkimdin ki eğer sen gülersen cihan da güler ve cihanda kaharlar açardı. Fakat celâdet anlarında hiddete gelmişsen, o zaman da cihan küsufa uğramış gibi karanlık ve korku içinde kalırdı. Celâdet tarafından görününce mızrağın kaarı hake (toprağın derinliğine) inen bir yıldırımdı. Hakkaniyyet tarafından görününce o zamanda türbenin yanındaki camiin minarelerini sadece bir minare değil hak ve hakikatin göklere kadar uzanmış ve başı göklere değen bir burcu gibi görmekteyiz.
Ey Fatih; sen türbene girmekle halik sana bütün arşı rahmetinin kapılarını açtı sen ki hayatında bu kadar saltanat ve ülkeler fetih ettin. Fakat ölümünle de arş'ı fetih etmeği basardın. Şu halde feth ettiğin diyarın en azametlisi kendi tür-bendir. Madem ki, türbenle sana arş dahi meftun olur.
Şahsiyyetin de o kadar büyük ki eğer bunu da madeten ifade etmek lâzım gelse büyük dağlar sana yastık olurdu.
Tahtın ki yukarıdadır fakat herkesin yalnız yüksekte zannettiği o taht o kadar derindir ki derinliğin kendisi de ona hürmeten ayağa kalkar. Buna mukabil mezarın toprağın içerisindedir. Herkes sanır ki mezar çukurdadır. Halbuki çukurda olan mezarın hakikatta o kadar ulvî ve yüksek ki ulviyye-tin kendisi bile bu yüksekliğine hürmeten eğilip rükûa varmaktadır. Bir kaza var bir de ona biİmecburiyye, boyun eğmekten ibaret bir rıza var. Senin pençen ise o rızanın eteğini sarmış bir kaza idi. Rıza naşı! daima kazaya mağlûp ise cihanda senin bir kaza gibi olan gücünün karşısında rıza idi.
Sen ebediyyete erdikçe sermediyyet kelimesi seni kucaklamak istedi. Fakat ezel ve ebedden ibaret iki kanadını açarak seni kucaklamak isterken seni cihanları kapiayan hudutsuz ruhun onu tuttu, kucakladı. Seni sermediyyetin Melikesi bile ihata edememiş, sen ona muhit olmuşsun, demektir.
UçAn TeNeKe
Prof Üye
Yaş :
33
Kayıt tarihi :
19/12/08
Mesaj Sayısı :
2553
Nerden :
İstanbul
İş/Hobiler :
Uçmak :D
Lakap :
Paslı teneke
Konu: Fâtih Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları Perş. Şub. 12, 2009 8:39 pm
Fâtih Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Bizim kaynaklarımıza baktığımızda Sultan 2. Mehmed'in izdivacının sayısının beş olduğunu görüyoruz. Bunun ilkini Güibahar Hatun, 2.sini Gülşah Hatun, 3.sünü Sitti Hatun. 4.sü Çiçek Hatun ve sonuncusu yâni 5. cisi Heiene'dir. Sayın Yılmaz Oztuna; on izdivacın Sultan Fâtih'in hayatında yer tuttuğunu anlatırken Çağatay üiuçay'ın kitabının dipnotunda Alderson'un padişahı 17 hanımla evlendirdiğini okuyoruz ancak sayın üluçay, bunu mübalağa olarak kabul ettiğini bildiriyor. Şimdi biz bu iddialardan ecnebi olanınkiyie başlayalım padişahın hanımı olanlar kimlermiş! "Turgatir'in 1450'de adı bilinmeyen kızı 1, bir Fransız kızı olan, 1453'de Fâtih'in haremine alınan Akide Hatun 2, 1453 târihin de aldığı ve aynı sene öldürttüğü İrene 3. , yine aynı târih de adı bilinmeyen bir hanım 4. oluyor. 1455 senesinde aldığı Lespos Adası hâkimi 1. Dorino'nun kızı 5., 1456'da aldığı, George Pharan-tezn kızı Tamara 6., 1458'de aldığı Mora Despotu Demetri-usun kızı Helen 7., 1461 yılında alıp bıraktığı ve Zağanos Paşa' nın evlendiği Trabzon İmparatoru David Komnenos'un kızı, Anna 8., 1462 yılında aldığı Lespos Adası hâkimi, 1. Do-rinonun; 2. kızı, Maria Aleksandra Komnenosun karısı iken, Trabzon'un fethinde Fâtih'in haremine ahnmıştirki 9. olmakta, 1470'de Negro Ponta savaşında esir alınıp hükümdarın sözlerini dinlemediğinden, öldürülen Anna onuncu birde hangi tarİhde hareme alındığı bilinmeyen Esmahan vardır ki bu 11. olmaktadır. Zağanos Paşanın bir kızının Sultan Fatih'le diğer bir kızının, Mahmud Paşa ile evli olduğunu iddia eden Babinger, Zağnosun bu kızıyla Fâtihin 12.yi bulduğunu diğer beş hanımı da bu sayıya eklersek Alderson'un 1 7 rakamı bulunmuş olur. Şimdi biz kısıtlı olsa da Güibahar Hatun hakkında verilmiş malumatı nakille Yüce Fâtihin değerli hanımlarını tanımaya çalışalım. Güibahar Hatun aslen Arnavut'tur diyor, ünlü babinger, 872/1468 tarihli bir vesikada "Güibahar Hatun bint-i Abdullah" diye geçer. Bu ifadenin mühtedi olduğu dikkat çektiği bilinir. Osmanlı padişahının haremine 850/1446'da girdiği rivayeti vardır. 1448'de Bayezid-i Velfyi dünya'ya getirdi. Gevher Sultanın annesi olduğuda söylenmektedir. Güibahar sultan 898/1492'de vefat etmiş ve Fâtih camii avlusunda ki türbesine defnolundu daha sonra kızı Gevher sultan da oraya gömüldü ve türbesinin bakım ve lâzım gelen masrafını temin içinde Tokat ile Bozöyük'de bazı yerleri vakfetmiştir. Gülşah Hatun ise Fâtih'in Manisa sancakbeyi iken 1449'da haremine aldığı ifade edilmektedir. 1450'de de şehzade Mustafa'yı dünyaya getirmiştir. Yaşarken Bursa'daki türbesini yaptırtmıştır. 892/1487'de vefat etmiş yaptırdığı türbeye defn olunmuştur. Sitti Hatun ise, Dul-kadıroğullarından olup, Karamanoğlu'nun bir tertibini bozmak için 2. Murad'ın oğlu Mehmed'e almak suretiyle Dulka-dıroğullanyla akrabalık kurma düşüncesinin Osmanlıya getirdiği gelindir. Tam adı Sitti Mükerreme hanımdır. 2. Murad bu düğünü çok gösterişli yapmak suretiyle bütün Anadolu Beyliklerine Osmanlının geldiği noktayı sergilemek yoluna gitti. Gelin önce Bursa'ya oradan da Edirne'ye götürüldü. Muhteşem düğün orada oldu. Yeni evlilerde üç ay kadar burada kaldıktan sonra Manisa'ya gittiler. Sitti Hatun kocası padişah olunca gelin geldiği Edirne'ye geri geldi ve orada ömrünün bundan sonraki bölümünü hayır ve hasenat işleyerek geçirdi. Kocası Fatih Sultan Mehmed'den aldığı izin üzerine Edirne'de büyük çene bir saray yaptırdı. Sultan Fatih'e bir çocuk veremediği biliniyor. 1484'de tamamlattığı camiin mihrabını önüne iki sene sonra vukubulan vefatı üzerine def-nolurıdu. Sitti Sultan'in biri taht-ı revan üzerinde, diğeri erkek kardeşlerinden biriyle yapılmış resmi bulunmaktadır. Çiçek hatun'sa hakkında Sırp, Fransız veya Rum olduğuna dâir rivayetler olan bir hanımsultan. Ali adında da bir kardeşi vardır. Sultan Fâtih'in haremine 1457/58'de alındığı sanılıyor. 1459 senesinde; şehzade Cem'i dünyaya getirdi. Fâtih Sultan Mehmed vefat ederken, Çiçekhatun oğlu Cem'in yanında bulunuyordu. Cem; ağabeyi Bayezid'e ülkeyi taksim teklifi yaptığı zaman, red cevabı aldı. Bunun üzerine iki kardeş savaştı, bölünme anlayışına karşı olan Bayezid-i Velî, savaşda galibdi. Şehzade Cem, validesini, hanımını ve çocuklarını alarak Kahire'ye gitti. Cem'in esareti boyunca Çiçekhatun bir anne olarak Kahire'de acıklı bir hayat sürdü ve nihayet 903/1498'de, orada Ömrünü tamamladı. Mora Despotu De-metrusun kızı olan Helene'ye gelince 1442 yılında doğduğu ifade edilmiştir. Sultan Fâtih'in Mora seferi dönüşünde güzelligi ile nâm yapmış Helene'yi haremine gönderdiyse de, hakkında bir suikast düzenler en azından, zehirleyeceğine dâir şüphesi, evlenme işini gerçekleştirmedi. Ancak bunun Yunan kaynaklarından neşet etmesi haberin biraz ihtiyatla karşılanmasını akla getirmektedir. Sultan Fâtih'in Gevherhan isimli bir kızı olup, Gülbahar Hatun'dan dünyaya gelmiştir. 1474 yılında Uzun Hasan'ın oğlu uğurlu Mahmud Bey, babası üzün Hasan ile ihtilafa düşünce Fâtih Sultan Mehmed Hân'a dehalet etdi. Fâtih; hem kızı Gevherhanı bu delikanlıya verdiği gibi Sivas'a Beylerbeyi olarak tâyin etdi ve karısını koluna takan damad Sivas'a gitdi. Bilahire İran'a davet edilen Mahmud Bey; orada 1477 yılında katledilince Gevherhan Sultan yavrusu Göde Ahmed'i kucağına alıp İstanbula avdet etdi. Bir müddet sonra Gevherhan sultan vefat etdi ve validesi Gülbahar Sultan'ın türbesinde toprağa verildi. Göde Ahmet i-se dayısı olan padişah Bayezid-i velî'nin kızı, Aynışahla izdivaç etdi. Bilahire Akkoyunlu hükümdarı oldu. Sultan Fâtih'in oğullarına gelince büyük oğlu sonradan padişah olan Bayezid-i Veli, 1450 senesi ekim ayında Dimetoka sarayında Gülbahar Hatundan dünya'ya geldi. Tam adı Yıldırım Bayezid olmakla beraber ceddi Yıldırım Bayezid'le karıştırılmasın diye, yıldırım adından sarf-ı nazar olundu. Osmanlı devletinin 8. padişahı oldu. Velî olduğu rivayeti doğru bir tesbittir. Fâtih'in 2. oğlu şehzade Mustafa, Edirne'de 1451 yılı sonuna doğru Karamanoğlu ailesinden Gülşah hatun'dan dünyaya geldi. şâir ruhlu ve kılıç ehli biri olduğu hakkında pek kuvvetli rivayetler vardır. Yabancı lisan olarak İtalyancayada önem verdiği bilinir. Bu lisanı Gian Mario Angellodan öğrenmiştir. Hoca Selman'in Cemşid-ü Hurşit mesnevisini nazım hâlinde Fars-çadanTürkçeye tercüme etmiştir. Babasının sol cenahında girdiği savaşlarda liyakat göstermiştir. Sultan Fâtih 6 ay süren bir hastalık sonucunda bu şehzadesini kaybetmenin üzüntüsünü hep hissetti. 23 yaşında idi vefatında târihi ise 25/12/1474 olup, Muradiyedeki türbesine sakladılar. Şehzade Gıyaseddin Cem, Sultan Fâtih'in 3. oğludur. Validesi Çiçek Hatundur. Dünyaya gelişi Edirne'de 23/araltk/1459'da saat 6. 24 geçe vukubulmuştur. Üçüncü oğul olması ilmi ve terakkiyi boşlamasına sebeb olmadı. Çok ciddi bir eğitim gördü.
Belkide cidden tahta geçmek üzere, özel gayret gösterilmiş olabilinir. Çünkü padişah hanımlarınmda kızıl elması, bir gün vâlidesultan olmaktı ve şimdiki tâbir, first leydi olarak kadınlığında vazgeçilmez üstünlük taslama zevkini tatmaktır. Fakat bu hırs islâm âlemine öyle pahalıya mâl olduki, İspanya'da Katolik İzabella ile engizisyon taraftarlarının, işlediği insanlık suçunu, dünya'da tek önliyecek ülke olan, Osmanlı devleti bu Cem gailesi yüzünden, Endülüsten gelen yardım isteklerine kulak tıkama mecburiyetinde kaldı. Çünkü Papalıkla alakalı, bir haçlı anlayışının meydana getirdiği gurubun elinde, kafası kesik bir horoz gibi oradan oraya dolaştın-lan Cem, Bayezid idaresindeki devlet-i âliyye için, Macaristan üzerinden balkanlara teçhiz edilmiş bir orduyla hudud-u Osmaniden içeri bırakırız tehditlerine mâruz kalıyor vede kahredici gücünü bu muhatara yüzünden ne müslümanları ne de Ispanya'daki insanlık dramına son verecek olan narasını patlatamiyordu.
Ne zaman Cem 25/ şubat/1495'de Napoli'de, 35 yaşını aşmış olarak vefat ettiğinde Bayezid-i Veli; Kaptanı deryası Kemâl Reise istikamet İspanya, ne bulursan kurtar emrini verdi. Kurtanlanlarsa Safarat yahudileri ile yok denecek kadar kalmış müslümanlar, zulme uğramış insanlar oldular. Ölümünden dört sene sonra ülkeye getirilen Cem'in naşı, Bursa'da Muradiye'deki ağabeyi Mustafa'nın türbesine def-nolundu, sonra da bu türbe bazılarınca Sultan Cem türbesi diye anılmaya başladı.
Sultan Fâtih'in sadnazamlarına gelince; padişah taht'a çıktığında Çandarlı Hayreddin Paşa, 1440'dan beri makamı sadaretteydi. Ne var ki İstanbul'un fethi meselesinde, uyuşa-mayıp dafarkh düşünceler ve politikalar güttüler.
Sultan Fâtih; büyüksabır gösterip, feth-i mübin gerçekleşinceye kadar sadrıazamı idare etdi. Fetihten dört gün sonra ve 13sene, 2gün hizmet veren Halil Paşanın elinden hem mührü hümayunu hemde omuzunun üstünden kellesini alıverdi. Yerine bir yıl sürecek sadaretiyle Damad Zağanos Paşayı getirdi. Daha sonra 14. sadnazam olarak, Adni Velî Mahmud Paşa'yı getirdi, bu zâtın ilk sadareti, 1454 ile 1466 arasında 12sene sürdü. 1466 ile 1469 arasındaki 3 sene sa-daret-i uzma Rum Mehmed Paşaya tevcih olundu. 1469'da sadarete Sarı Ishak Paşa getirildi ve bu görevde 3 sene muammer oldu. Onun boşalttığı sadarete, yeniden Adni Velî Mahmud Paşa 2. defa olarak getirildi vede bu sefer ancak bir yıl vazifede kalabildi ve idam taşında hayatı sona erdi. Mahmud Paşanın sadaretinin toplamı 13 yıl tutmaktadır. Mahmud Paşadan sonra Gedik Ahmed Paşa sadnazam olmuş 1473'den, 1477'ye kadar 4 sene bu makamda hizmet vermiştir. Karamanı Mehmed Paşa, 18. Osmanlı sadnazam! olarak vazifeye getirilmiştir. Sultan Fâtihin, son sadrıazamı olduğuna göre dokuz defa sadnazam nasbeden Sultan Fâtih bu dokuz tevcihde 8 ayrı şahısla çalışmış, bunlardan Adni Velî Mahmud Paşayı iki defa sadaretle görevlendirmiştir.